Yakın tarihi ve uzak coğrafyaları epey uzağı gösteren dürbünlerle deşmek, kuşkusuz ki batı sinemasının çok sevdiği film üretme eğilimlerinden biri. Stephen Gaghan'ın 2005 yapımı Syriana'sı ve Ridley Scott'ın 2007 yapımı Yalanlar Üstüne (Body of Lies) filmi Hollywood'un yakın dönem ortadoğu hamlelerinden yalnızca ilk akla gelenleri. Bir Zamanlar Savaşçıydılar (Once Were Warriors)'dan sonra bir türlü yolunu bulamayan, Örümceğin Maskesi (Along came a spider) ve Next gibi oldukça vasat filmlerin yanısıra 2002 yapımı James Bond filmi Başka Gün Öl (Die Another Day) ile de hatırladığımız Yeni Zelanda'lı aksiyonsever yönetmen Lee Tamahori, bu kez yaşanmış ve yaşayanı tarafından kitaplaştırılmış bir meseleden hareketle, Irak'ın tüm dünyayı etkileyen yakın tarihine bir bakış atıyor ve hissettirdikleriyle, doğuyu stereotipleştirmek ve tek bir resim üzerinden haddinden fazla yargıda bulunmak gibi -belki de farkında olmadan- tipik oryantalist tuzaklara düşen bir sinema örneği sunuyor.
110 dakika boyunca aksiyonun ya da başka bir deyişle karmaşanın bir an bile eksik olmadığı film Latif Yahia'nın otobiyografik bir kitabından uyarlanırken belli ki mevzu eritilip Hollywood film kalıplarına dökülüyor. Tarihsel bir gerçeği arkasına alan filmde, Latif Yahia, fiziksel olarak benzediği Saddam oğlu Uday Hüseyin tarafından saraya çağrılıyor ve kendisine sevdiklerinin hayatı pahasına Uday'ın yerine geçmesi emrediliyor. Elbette ki politik ve sosyal açıdan oldukça karmaşık bir durumda olan Irak'ta kendini sürekli olarak ölümle burun buruna hissedecek olan Latif, karşı konulamaz bir dönüşümün içinde buluyor ve karakterin dönüşümü her saniye filme de yansıyor.
Öncelikle şunu söylemeliyim ki Irak'ın orta yerinde bozuk bir aksanla İngilizce konuşan karakterler artık sıkıcı olmaya başladı. Hele ki iyi bir sanat yönetimi çalışmasıyla birlikte gerçeklik dozajını arttırma şansı olan bir filmde inandırıcılığı film tarafından dayatılan bir ön kabul ile azaltan böyle bir tercihi hiçbir şekilde anlamlandıramıyorum. Gerçek bir hikayeden yola çıkan ve gerçek karakterlerle can bulan bir filmin "İngilizce" çekilmiş olması işin ciddiyetini alabildiğine azaltıyor artık. Hele o coğrafyanın ana dilinin varlığına açık kapı bırakan bozuk aksan ise izleyenin zekasına hakaret eder cinsten. Filmin oyuncu seçimlerini illa bu yönde yapacaksanız en azından aksanı bozarak yapay bir gerçekçilikle algımızı şaşırtmaya çalışmayın ki, filminiz iyice toy ve pişmemiş durmasın.
Ana meseleye sıradan bir politik-aksiyon filminden bozma bir şekilde odaklanan filmin sahneler arasına serpiştirdiği ve tek amacı savaş arka planını yüzeysel bir şekilde hissettirmek olan savaş sahneleri de filmden oldukça kopuk duruyor. Zaten izleyeni karmaşasıyla bir türlü adam akıllı içine çekemeyen film, tutarsız temposuyla da biraz baş ağrıtıyor. Bütün bunlar akabinde yozlaşmış ve köleleşmiş Irak topraklarının işgalini sanki matah bir şeymişçesine sunma çabası ise, filmin ambalajı nedeniyle fazla şaşırtmasa bile yine de eleştirilmeyi hak ediyor. Doğuyu anlamak ve doğu hakkında gerçek bir film çekmek için, bir kitap uyarlamaktan çok daha fazlasını yapmak ve daha geniş bir vizyona sahip olmak gerekiyor. Film, ilk andan itibaren beklendiği gibi oryantalist ifadesinden bir adım dahi uzağa gitmeyi başaramıyor. O topraklarda gerçekten varolduğunu bildiğimiz kötücül ve vahşi karakterler bile yönetmenin tercihleri nedeniyle fazla uçlarda geziniyorlarmış gibi yansıyorlar. Zaten "vahşet" kavramını da zaman zaman kendi türünden uzaklaşarak hatta hiç gereği yokken ‘gore'laşarak olarak sunan film, bu bakımdan da esnasında iyice bayağılaştığı mide bulandırıcı sahnelerinin altını dolduramıyor.
Övgü namına edilebilecek birkaç kelam ise, o dönüşümü hakkıyla yaşayan ve kariyerinde de yükselişe geçen Dominic Cooper'a gidiyor. Zira kendisi, bir sürü karton karakter arasında iki kanlı-canlı bedeni yaşatmayı başarıyor.
Sözün özü, batıdan gelen bir doğu yansıması daha, akılda kalıcı hiçbir yönü olmayan bir film olarak raflara kaldırılıyor. Bir türlü derinine inilemeyen ve artık deşilmesi gereken politik meseleler ise havada kalıyorlar. Karşımızda belki tahammül edilemeyecek gibi bir film yok; ancak yine bu filmdekiler sınırlı bir zümreye hitap ediyor.
kaankarsan@gmail.com twitter.com/kkarsan