İnsan eli değmemiş topraklar (vahşi doğa) tarafından rehin alınmış bir insanın hikâyesindeki asıl dehşet verici taraf, o insanın maruz kaldığı fiziksel acı değil. Toplum yaşantısını sürdürmekte olan bizlerin tahayyül etmekte zorlanacağı yoğun bir tek başına kalma hissi. Kişinin dünyayla bağlarını kuran düşünce kayışının bir anlık kaza sonucu kopuşu. 'Alemin bir parçası olmak' duygusunun yitirilişi.
Danny Boyle'un, Aron Ralston'ın yaşadığı gerçek deneyimden yola çıkan son filmi 127 Saat (127 Hours, 2010), Ralston'ın kanyonun derinliklerinde sıkışıp kaldığı sahnede, işte bu duyguyu tek bir planla izleyicisine yaşatıyor: Ralston'ın sıkıştığı yerden yukarı doğru kuşbakışı bir açıyla süzülen kamera, onun 'büyük anlatı'yla, 'kültür' dediğimiz kurguyla tüm bağının kopuşunu dile getiriyor. Diyaloğun yittiği, imdat seslerinin anlamını kaybedip, 'dil'in dünyasını terk edip sadece bir 'ses' olarak boşlukta yankılandığı nokta. Hiç kuşkusuz özellikle bu kayboluşu an be an yaşattıran ses tasarımıyla dikkat çeken etkileyici bir plan var karşımızda.
Ama bu boşlukta ne yapılır ki? Buradan, bu sonsuz, uçsuz bucaksız tek başınalıktan, bir ömür gibi geçen saniyelerin dünyasından nasıl bir film çıkar? Eğer kameranın arkasındaki Gus Van Sant olsaydı, o yalnızlık hissine hakkını verir, büyük anlatıdan uzak kalmanın korkusunu iliklerinize işleyen Gerry'yi bir adım öteye taşıyabilirdi mesela. Aron Ralston'ın deneyimi, yaratıcılığa veda etmemiş bir yönetmenin elinde hiç aklınıza bile gelmeyecek bir derinliğe ulaşabilirdi. Ancak kameranın arkasında, ne yazık ki anaakım kültürle barış anlaşmasını çoktan imzalamış, Milyoner (Slumdog Millionaire, 2008) ile oryantalist duygu sömürüsünü teknik cambazlıkla buluşturarak Oscar'a uzanmış bir Danny Boyle var. Ve bu Danny Boyle'un 127 Saat'teki tek derdi de, filmin dönüm noktası sahnesinde gökyüzüne çıkardığı o kamerayı, 90 dakika boyunca yavaş yavaş aşağı indirerek, Aron Ralston'ın büyük bir kahramanlık ve insan ötesi bir çabayla alemdeki yerini tekrardan kazanmasının hikâyesini anlatmak. Evet Boyle'un ne yazık ki, bir bireysel zafer hikâyesini günümüz sinemasının teknik şaşaasıyla süsleyerek, Ralston'ın nasıl hayatta kaldığını merak eden 'survivor anlatıları'na düşkün seyirciye pazarlamak dışında hiçbir amacı yok.