Mutlu Azınlık
Yazar: Murat ÖzerBeş yıl önce Türkiye sinemalarında da gösterilen Larrieu Kardeşler filmi "Mutluluğun Resmi" (Peindre ou Faire l'Amour), sıradanlaşan duyguların yeniden belli bir ritme kavuşmasını 'eş değiştirme' (ya da paylaşma) formülüyle açıklıyordu. İlişkilerdeki yıpranma payını minimize etmenin bir yolu gibi gösterilen bu durum, hikâyedeki çiftleri hem fiziksel hem de duygusal tatmin noktasına kadar götürüyordu.
"Mutluluğun Resmi" gibi Fransa'dan gelen ve Antony Cordier imzası taşıyan "Mutlu Azınlık" (Happy Few) da benzer bir formül üzerine kuruyor hikâyesini. Ancak burada işler diğerine göre epeyce bir karışıyor ve 'mutluluğun resmi'ni yapmak giderek zorlaşıyor.
Rachel-Frank ve Teri-Vincent çiftleriyle tanışıyoruz hikâyede. 'Mutlu' görünümlü, çocuklu aileler bunlar. Orta üst sınıf Fransız yaşam tarzının 'örnek' temsilcileri gibi duruyorlar. Ancak bu dörtlünün bir araya gelişleriyle 'mutlu tablo'nun başka bir yöne evrildiğini görüyoruz; 'anlaşarak' eşlerini paylaşan çiftler, bunu duygusallıktan arındırarak yalnızca cinsellik boyutunda tutma konusunda hemfikir oluyorlar. Başlangıçta her şey 'kuralına göre' giderken, sonraları bazı arızalar başgösteriyor ve 'mutluluk' kaçınılmaz biçimde sekteye uğruyor...
"Mutlu Azınlık", hayata baktığımız pencerenin bize sunduğu 'açı'dan farklı yerlere gidebilmenin filmi gibi biraz. Yönetmen Antony Cordier, 'olması gereken' kavramına sırtımızı dayadığımız hayatlarımızda, çoğu zaman 'seçimler' aracılığıyla yaşadığımız 'sapmalar' üzerinde yapılandırıyor bu fikri. Kavramların göreceliliği, işte tam da bu noktada devreye giriyor ve hikâyenin kahramanlarını 'mutluluk' üzerine düşünmeye itiyor.
Düşünmekten öte eyleme geçiyor karakterler ve seçtikleri hayatın onlara dayattığı 'mutlu insan' modelini tersyüz edecek bir yola sapıyorlar. Evet, bunu yaparken daha çok cinsellikle ilişkilendiriyorlar seçimlerini, ama bunun yarattığı 'titreşim'le birlikte 'tehlike'ye açık bir serüvene atılıyorlar.
Hayatla ve onun bahşettikleriyle 'sınırlı' bir bağ kurmak, çoğu zaman insan dediğimiz yaratığı belli bir alana hapsediyor, 'dış dünya'nın nimetleriyle ilişkisini tek boyuta indirgiyor. "Mutlu Azınlık" da böylesi bir 'kapalılık'ın aşılmasını, duvarların yıkılmasını öğütlüyor bizlere. Sadece gördüğümüz üzerinden hareketle ivmelenen bakışımızı biraz da 'hissederek' yönlendirmemiz gerektiğini söylüyor. Dört duvar arasında yaşayarak 'mutlu çoğunluk' olmaktansa, toplumsal sınırların ötesine taşarak 'mutlu azınlık' olmayı alkışlıyor.
Bunun yan etkileri de yok değil tabii. Filmde bu yan etkileri de yakinen görme fırsatı buluyoruz. Çiftlerin 'mutlu azınlık' olma düşlerinin 'zaman' kavramıyla sınırlı olduğunu, zamanın her şeyi yıprattığı gibi bu resmi de bozduğunu görüyoruz. İnsanın 'ideal'le olan ilişkisi de bu bozulmayı tetikleyen bir başka unsur oluyor. "Bir şey ne kadar idealse, tahribata uğraması da o kadar çabuk olur" demeye getiriyor belki de film.
Buraya kadar dile getirdiklerimiz, "Mutlu Azınlık"ın hissedilen 'değer'ini kabul ettiğimizi belgeliyor biraz da. Ancak sinemanın kuralları devreye girdiğinde, yalnızca hissettirmek değil, aynı zamanda 'ortaya koymak' da de önemli biliyorsunuz. Yönetmen, hikâye olarak iyi bir çıkış noktası bulmasına karşın, bunu sunma biçimiyle aynı başarıyı gösteremiyor (ya da sınırlı oranda gösteriyor diyelim). Bize hissettirdiği onca şeyi çöpe atacak bir durum değil bu, ama özellikle karakterler arasındaki ilişki trafiğini iyi yönetemiyor Cordier. Bize verdikleriyle yetinmemizi bekliyor, dahasını istediğimizdeyse filmi bitirip köşesine çekiliyor. Oysa ele aldığı konunun birçok kırılma noktası ve farklı uzantıları var, bunları da görmek istiyoruz filmde. Yönetmen, 'mutlu azınlık'ın 'mutlu çoğunluk'a karışmasını aceleye getiriyor ve karakterlerin yolculuğuna tıpkı 'dört duvar arasında kalmak' gibi sınırlar koyuyor. Dahasını istemekten kastımız da bu aslında; 'hapishane'den kaçarken başka bir hapishaneye tıkılmasını istemiyoruz karakterlerin. Açılmışken karşı kıyıya kadar yüzmelerini bekliyoruz, yarı yolda boğulma riski olmasına karşın...
İşin özü, klişe tabiriyle tam bir 'yarım başarı' bu film. Bir hikâyenin yarısı gibi, finalini görmeden net bir şey söyleyemeyeceğimiz...