Kanal-İ-Zasyon
Yazar: Murat ÖzerZamanında televizyon eleştirileri de yapmış bir sinema yazarı kimliğiyle "Kanal-i-zasyon"u izlemeye bir 'umut'la başladığımı söylemeliyim öncelikle. Zıvanadan çıkmış bir televizyon kültürüne sahip Türkiye'nin sosyolojik problemlerinde başrolü üstlenmese de, 'tetikleyici unsur' olarak hep kendini gösteren televizyonu kıyasıya eleştiren bir filmdi beklediğim. Bu 'kan emici' mecranın yıldızlarından Okan Bayülgen'in başrolü üstlenmesi de umudumu ayakta tutma işlevi üstleniyordu, ki sinemanın böylesi bir konuya el atmış olması bile filmin yaratıcılarıyla belli bir empati kurmamı sağlıyordu.
Ama...Evet, asıl mesele de bu oldu benim için... Ama... Büyük değilse de belli bir umutla koltuğa oturup filmi izlemeye başladığımda kafamdaki her şey tepe taklak oldu...
Kanal İ adlı bir televizyon kanalında yaşananlara odaklanan hikâye, 'halkın tercihleri'ni yansıtan bir temizlik işçisinin kanalın başına getirilmesiyle ortaya çıkan 'reyting patlaması'nın anatomisini çıkarmaya çalışıyordu. Çıkarmaya çalışıyordu ama hikâyede bir tuhaflık vardı; olması gerekenlerin masaya yatırılması yerine 'olmaması gerekenler'e methiyeler düzülüyordu. "Hayvanım Olur musun?", "Tuvaletteyiz" gibi 'paçavra' programlarla seyircinin nabzını tutmayı beceren temizlik işçisi/kanal müdürü, bir yandan saflığın temsilcisi gibi görünmesine karşın, öte yandan da bu saflığın yansımalarıyla 'tehlikeli' bir noktaya savuruyordu televizyon kültürünü. Buraya kadarki duruma bakıldığında, bir tür televizyonculuk eleştirisi yapılıyor havası hissedilebilir, ancak işin gerçeği o kadar da basit değil!
"Kanal-i-zasyon"u çekenler, filmi projelendirdiklerinde belki 'iyi niyetli' ve eleştirel bir düşüncenin peşine takılmışlardı. Ama nihayetinde karşımıza çıkanlara baktığımızda, eleştirinin hissedilemeyecek kadar az olduğu, buna karşın televizyonun 'toplumsal dejenerasyon'a ayak uydurmanın peşine takılmasının gerektiğini haykıran bir sonuçla yüzleştik, ki asıl tehlikenin bu olduğunu söylemeye bile gerek yok. Şimdilerde televizyondaki birçok kanalın 'eğlence' anlayışını sömürdüğü, reyting uğruna çürümeyi hızlandırdıkları apaçık ortadayken, filmin de bu 'düşünce'ye çanak tutar bir anlayışı körüklemesi kabul edilir gibi değil doğrusu.
Baş karakterin anti-kahraman özelliklerinin olmaması, tümüyle kahramanlaştırılmış bir tip olarak karşımıza çıkması da işin tadını tuzunu kaçıran unsurlar arasında sayılabilir. 'Kötü karakter'in aslında televizyonculuk adına 'doğru' olanı yapmaya çalıştığıysa filmi çekenlerin gözün(d)e(n) kaçan bir başka 'kılçık' gibi duruyor. Olanca riyakârlığıyla çizilen bu karakter, çağdaş televizyonculuk anlayışını temsil ediyor bir bakıma. Ama bu çağdaşlığın prim yapmadığı bir dünyada 'kötülük timsali' olarak kayıtlara geçiyor, ki karşımıza çıkan bu paradoksa aklımız ermiyor, eremiyor!
İki saatlik "Kanal-i-zasyon"un büyük bir bölümünü oluşturan televizyon programlarıysa filmin hem temposunu düşürüyor hem de 'varmış gibi görünen' hikâyeyi yerle bir ediyor. Bir yükseliş ve düşüş hikâyesinden saflıkla anlamlanan bir aşk hikâyesine doğru meyleden yapı, sıkıcılıkta sınır tanımayan programlarla darma duman oluyor. Elimizde kalan kırıntılarsa hikâyeyi bir 'bütün' olarak kavramamıza fırsat tanıyacak kadar yeterli değil ne yazık ki!
Belli ki televizyonun toplumlara yaşattığı travmaları eleştiren filmler için daha çok beklememiz gerekiyor. "Kanal-i-zasyon"un bu 'ideal'in uzağından bile geçmediğiyse aşikâr!