Estetik doygunluğun abartı noktası...
Yazar: Melis ZararsızBu sene yarıştığı ama ödülsüz döndüğü Cannes’da izleme fırsatı bulduğum Only God Forgives, öğrendiğim kadarıyla yönetmenin Drive’dan önce projelendirmesine rağmen bazı sebeplerle Drive’dan sonra çektiği bir film olmuş. Only God Forgives de Drive gibi izleyici kitlesini tam ortadan ikiye bölerek, ya fanatiklik derecesinde sevilen ya da hiç mi hiç sevilmeyen bir film olarak konuşulmakta Cannes’dan beri.
Zaten filmden bahsederken Drive’ı hatırlamak işten bile değil, iki filmin de Refn&Gosling birlikteliği içermesi bir yana, bu filmlerdeki benzer kitsch tonlar, estetik kaygılar, müzik, tempo gibi ortak bazı detaylar bizi ister istemez bir kıyasa itecek.
Only God Forgives, Bangkok’ta geçiyor. Yıllar önce bir cinayete adı karışan Julian karakterini canlandırıyor Ryan Gosling. Julian, Bangkok’ta bir sürgün hayatı yaşamak zorunda. Kardeşi Billy ile bir boks kulübü işletiyorlar fakat arka odalarda bir uyuşturucu ağı kurmuş durumdalar. Film bu boks kulübünden kısa ama estetik sahnelerle açılıyor, uzakdoğu dövüş sanatları filmin önemli öğelerinden. Filmin başında karakterlerimizi şöyle bir görür gibi oluyoruz, daha sonra hızla Tom Burke’nin canlandırdığı Billy karakterini takip ediyoruz. Billy 14 yaşındaki genç kızlarla birlikte olmak isteyen, onları hırpalayan biridir ve sonunda bir genç kızı öldürür. Tüm bu olaylar hızlıca olur, Billy de ölür ve artık geriye bu olayın intikamının alınması meselesi kalır. Bu iki oğlanın yalnız, iddialı, bayağı ve sorunlu “sarışın femme fatale” annesi çıkagelir ve her zaman kayırdığı oğlu Billy’nin öcünü almasını ister Julian’dan. Fakat buradan başka bir intikam hikayesi doğacaktır zira filmde neredeyse hiç konuşmayan, hiçbir mimik kullanmayan, adeta uyurgezer gibi dolaşan hissiz Julian, sapık Billy ve ruh hastası annesi arasındaki tuhaf ilişki yaşanan herşeyi bu hale getirmiş olan, dengeleri oluşturan baş konudur belli ki. (Yönetmen Cannes röportajında Yunan mitolojisini filminde masaya yatırmayı hep çok istediğini anlatıyor, röportajı buradan okuyabilirsiniz.)
Aslında filmden “konu” itibariyle böyle bahsedince, ortada elle tutulur bir hikaye varmış gibi gözüküyor ama inanır mısınız, izlerken hiç de öyle değil. Bu hikayeyi, yönetmen adeta “şiddeti estetize edebileceğim bir hikaye omurgam olsun da, ben onun üzerinde istediğim gibi şık, stilize, renkli, ışıklı, karanlık, net, ilgi çekici, kışkırtıcı resimler biraraya getirebileyim, Drive’da olduğu gibi mükemmel bir elektronik müzik soundtrack’iyle temposuz ve duygusuz bu filme belirli bir tempo ve duygu katayım, gerisi önemli değil” demek için kullanmış diyebiliriz.
Genç yönetmenin minimal anlatımla olağanüstü şık, olağanüstü stil sahibi görüntüler yakalamaktaki başarısını reddetmek imkansız. “Zevkler ve renkler” diyemeyeceğimiz kadar güzel, her izleyiciyi kendine çekecek eşsiz bir deneyim gibi çoğu karesi filmin, kaldı ki, Drive’da da çok benzer bir estetik anlayışı hakimdi, orada da müzik ve şık görüntülerin dansı bazen izleyiciyi filmin ne anlattığından kopartıp, olduğu haliyle “etki”liyordu, Only God Forgives’de bu etkinin zirvesine ulaşılmış olduğunu söylemeliyim. Gerçi şiddet öğesi filmde azımsanamayacak kadar büyük yer kaplıyor, izlemesi zor olan sahneler yok değil, “bu şıklık için teşekkürler ama ben gözlerimi başka tarafa kaydıracağım” dediğim işkence sahneleri mevcuttu. Yine Drive ile benzeştirebileceğim bir ikinci nitelik, filmin, maalesef Türkçe’de tam karşılığı olmadığı için kullanmak zorunda olacağım “cool duruşu. Film çürükler, şiş gözler, kan ve kırık kemiklere rağmen tertemiz planlarıyla, seçtiği renklerle, müziğiyle, şiddete rağmen sakinliği, durağanlığıyla, tek kelimeyle “cool” bir film. Hayranlarının toz kondurmadığı, benimse “stil tamam ama ya hikaye?” diye yaklaştığım Drive’dan sonra Only God Forgives ile Refn bana, “öyle mi, al sana Drive’ın aşırı makyajlanmış (çok daha şık) ve bu kez iyice suskun senaryosuyla, adeta sürreal (Bunuel çağrışımları yok değil), rüya dolu, kabus dolu, şımarıkça abartılı hali” diye cevap veriyor adeta!
Bangkok sokakları, iç mekanlardaki duvarların o kırmızı-siyah-sarı-mavi ışıklı renkleri, ses efektlerinin ve olağanüstü etkileyici müziğin görüntülere cuk oturuşu, kameranın her zaman doğru yerde oluşu, anti bir anne karakteri yaratmış Kristin Scott Thomas’ın özellikle o meşhur yemek sahnesinde ve elbette filmin bütününde kendini aşan performansı ve bu tarz alışılagelmemiş detaylar için izlemeye değer bir yapım. Biçimsel anlamda gözünüzü doyuracağından hiç kuşkunuz olmasın. Fakat bu kendisinin bilinçli tercihi olsa da, senaryoda “neden” diye asılı kalan sorularımızla, sadece gereğini veren ve ötesini sorgulamamıza izin vermeyen -böylelikle içleri asla dolmayan- karakterleriyle, Refn’in bu son iki filminde sinema anlamında bana hala eksik gelen birşeyler var…
twitter.com/blossomel