Yazı mecburen yer yer spoiler/sürprizbozan içermektedir…
Yazar: Duygu KocabaylıoğluHollywood, aksiyon-polisiye-komedi üçlüsünün yüksek gişesinden sonra gelen cansimidi devam filmlerinin ve yeniden çevrimlerin ekmeğini yediği kadar sayılı şeyden nemalanmıştır. Uzakdoğu korku sineması bile bu kadar çekmedi sevgili seyirci! Bu hafta, 2003’teki ikinci filmin ardından 17 yıl sonra üçüncü ‘devam filmi’ gelen Bad Boys ikilisine, Mike Lowrey ve Marcus Burnett’in hikayesine geri dönüyoruz...
1995 yapımı ilk filmin yönetmen koltuğunda o günlerde 30 yaşında ve henüz Armageddon’a, Pearl Harbor’a ya da Transformers’a imza atmamış olan Michael Bay oturuyordu. Bay 2003’te karakterlerini öksüz bırakmadı ve Will Smith ve Martin Lawrence ikilisini yönetmek için yeniden amiralliğe geçti. 2020’deki yeni filmin yönetmenliğini ise şimdiye kadar Black, Image, Gansta gibi filmlerde beraber çalışmış olan Adil El Arbi ve Bilall Fallah ikilisi üstleniyor. Filmografilerinin önceki işlerinden hiçbirini görmediğimiz için genel bir izlenimden yoksun olsak da, bu konseptteki bir iş için eli yüzü düzgün bir film kotardıklarını söylemek mümkün; en azından film ilk yarısı için.
Karşımızda maalesef bariz biçimde problemleri olan bir senaryo var. Konuya kısaca değinirsek; uzun yıllardır narkotik biriminde görevli olan dedektif ikilisinden Marcus artık dede olmuştur ve emekli olarak, ailesine daha çok zaman ayırmak ister. Ne aile, ne sevgili bir dikiş tutturamamış olan Mike ise emeklilik bir tarafa, yolun sonuna kadar suçlu kovalamaya devam etmeye kararlıdır. Ve Mike, bir gün gaipten gelen bir suikastçının kurşunlarına hedef olunca, işler ikisi için de sarpasarar…
Senaryo omurgası bu noktadan itibaren suikastçı ile Mike arasındaki ‘gizemli’ bağ ve kedi-fare kovalamacısı üzerine oturuyor. Mike kovalıyor, adam kaçıyor; hatta ellerinin, parmaklarının arasından kayarak kaçıyor. Bu kedi-fare oyunu yer yer tempoyu düşürüyor, yer yer yükseltse de filmi fazladan bir yarım saat uzatıyor. Öte yandan, emekli emniyet ve yargı mensuplarına yönelik ardı ardına cinayetler işlenirken, kurşun geçirmez Mike Lowrey de, kendi yöntemleriyle davasını çözmenin peşinden gidiyor. Senaryo Mike’ın karakteristiğini öne çıkartmaya çalışırken örneğin bizce elim bir mantık hatası yapıyor; davayı çözmek için görevlendirilen ve yüksek teknoloji kullanan emniyet birimi, birbirleriyle ilişkili olduğu bariz 3 kişiyi hedef alan cinayetlerin arka planını, 6 ay boyunca ne hikmetse çözemiyor! Bu, maalesef göze batan pek çok boşluktan sadece biri…
Filmin ikinci yarısından itibaren de ‘büyük sırrı’ çözmek kolaylaşıyor. Bingo! Mike’ın birkaç belgeye bakarak yaptığı çıkarsamayı, seyirciler olarak biz baya erken çözmüştük; ama olsun. Aldığımız sürpriz haberler aksiyon komedisi, filmin karakterleri için de bir anda Brezilya pembe dizisine evriliyor. Trump’ın hala hayata geçiremediği ama felsefesini savunmaya devam ettiği meşhur ‘duvarını’ aklımızda tutarak filmin Meksika ayağına ışınlandığımızda, ötekileştirmenin tillahı ile karşılaşıyoruz. Amerikalı siyahileri, Meksikalı uyuşturucu baronunun karşısına oturtmakla kalmıyor ayrıca, bu çerçeveden bir de cadı çıkartmayı başarıyor bu senaryo! Eril bakış açısının erkeklerin çevrisindeki kadınları süs bebeği yapmasına alıştık ama, bu cadı ötekileştirmesi bir efsane olmuş dostum!
Will Smith ve Martin Lawrence bu düzenekte bildiklerinden şaşmadan, karakterlerini de iyi tanıyarak oynuyorlar. Biçilen rollerde, seyirciyi yakalayacak komiklikler, espriler yerli yerinde; yan rol oyuncularıyla etkileşimler de geri kalmıyor. Fakat, işte bir yere kadar.
Uzun lafın kısası, başrollerine yine iki siyahi aktörü oturtan bu polisiye komedisinin üçüncü devam filmi, patlamış mısırı kucağından düşürmeden, kendisini güçlü karakterle özdeşleştirip, dünyanın ötekilerini çukura atan bir izlenceden rahatsız olmadan aksiyon filmini seyredecek ‘mutlu’ seyircileri bekliyor.