Mike Leigh, kendisi ile yapılan bir görüşmede, Marksist bir altyapısı olmadığını, çok genel olarak liberal-solcu sayılabileceğini söylüyor. "Aynı memleketten olduğum Ken Loach'un aksine filmlerimi çekerken belirgin bir politik gündemim yoktur" diyor. Bunu yazıyorum çünkü Leigh'den sınıfsal eleştiri bekleyenler, bunu bulamayınca beğenmeyenler olabiliyor. Leigh'in filmlerinde bazı meseleler toplumsal adaletsizliğe gelip dayanabiliyor gerçekten. Ancak asıl konu o değil. Mike Leigh filmlerinde iki tür insan var. Bir yanda, gerçekten alt sınıftan olan ancak bu talihsizliklere karşın, gerçekçi ölçütler doğrultusunda kendisinin ve aile fertlerinin, komşularının, tanıdıklarının hayatını güzelleştirmeye çalışanlar var. Diğer yanda ise daha iyi toplumsal koşullarda olmalarına karşın, ne kendilerine, ne de çevrelerine bir hayrı dokunmayanlar. Ve, bu insanlar, gerçek hayatta olduğu gibi birbirleriyle etkileşim halindeler. İşte Mike Leigh bu etkileşimlerin filmini yapıyor. Yönetmen, insanlar arasındaki bu farklılığın kaynağını, ekonomik ya da toplumsal bakımdan somut tek bir sebebe bağlamıyor. Filmde bir tür talihten, hayatın daima iyi davranmadığından bahsediliyor. Filmin en ağır topu, "hafifmeşrep" "Mary Teyze". Bir zamanlar çok hoş, çok alımlı bir kadınken, yaşına göre hala öyle olmasına karşın, bu ona yeterli gelmiyor. Geçmişinde pek çok hayal kırıklığı olmasına rağmen, Mary, hala gençken davrandığı gibi davranıp, daha iyi sonuçlar almayı bekliyor. Kimi zaman gerçekler kaçamayacağı kadar ağır gelince alkole sığınıyor. Mary elindekilerin kıymetini bilmiyor. Mesela ne bahçesine, ne giysilerini ayırmaya, ne de bin bir zorlukla aldığı arabaya ilgi gösteriyor. Filmin başında mutsuz bir kadın vardı ya, uykusuzluk çekiyordu. O ne istiyordu mutlu olmak için? “Farklı bir hayat” . İşte Mary de farklı bir hayat istiyor ama nasıl yapacağını bir türlü öğrenememiş. Küçük, kırmızı bir araba alırsa farklı bir hayatı olacağını düşünüyor. Ama olmuyor işte, araba hayattaki her şey gibi bakım istiyor, özen istiyor. Ciddi bir iş. Bunu anlayınca Mary durumu kabullenip başa çıkmak yerine, 650 pounda aldığı arabayı 20 pounda satmayı tercih ediyor. Mary'nin bir sorunu da, toplumsal ilişkilerin doğasını, her şeyin bir biçimde karşılıklı olması gerektiğini anlayamamış olması. Bazı basit kuralları düşünemiyor. Misafirliğe gittiğinde yeni doğmuş bebeğin yanında sigara içmek istersen, masada sohbet edecek kimseyi bulamazsın. En yakın arkadaşının oğluna göz dikip, “gelinine” kötü davranırsan seni bir daha evlerine çağırmaz, bahçede yetiştirdikleri domateslerinden ikram etmezler. Mary bunları anlayamıyor. Yine de onu öylece ne halin varsa gör diye bırakıp gidemiyoruz.Sıkıca bir sarılmak, sıcak bir çorba ikram etmek, başını okşayıp sen anlat biz dinleriz üzülme demek istiyoruz. Film Mary’i umursamamızı sağlıyor. İçimize suluboya resim gibi belli belirsiz, yumuşak ama dokunaklı, anlamlı fırça darbeleriyle çiziliyor. Filmden sonra kendimize, çevremize, ailemize daha farklı gözlerle bakmaya başlıyoruz. Hayatımızı karakalem ya da yağlıboya bir resim gibi yaşamayı bırakıp, daha ince, daha yumuşak hislerin peşine düşmek için ilham alıyoruz. Film, hayatın zevklerini zirvelerde, uçlarda, yalnız başımıza değil de, buluşmalarda, birleşmelerde, kaynaşmalarda bulmaya teşvik ediyor. Bu yüzden bence bir başyapıt.