Senden Bana Kalan (The Descendants), bir aile üyesini kaybetmek hakkında gördüğüm en etkileyici filmlerden biri. Kaui Hart Hemmings'in kitabından uyarlanan filmin yönetmeni Alexander Payne, konunun yaratabileceği kolaycı duygusallıklardan kaçınarak Hawaii'de yaşayan bir ailenin bu tarz bir trajediye nasıl karşılık verdiklerini içten ve gerçekçi bir biçimde inceliyor.
Ailesi ile bağlantısını iyice koparmış olan işkolik Matt (George Clooney), eşinin hazin bir su kayağı kazası yüzünden komaya girmesi sonucu, problemli iki kızına tek başına bakmak zorunda kalır. Aynı zamanda Matt, atalarından kalan milyonlarca dolarlık bir arsayı yüzlerce akrabası için satmaya uğraşırken eşinin kendisini aldattığını, hatta başka bir adama aşık olduğunu öğrenir.
Amerikalıların sosyal bağlantısızlıkları sebebiyle oluşan karmaşık psikolojilerini muazzam bir incelikle elden geçirmeyi bilen Alexander Payne, kanımca Amerikan sinemasının en saygıdeğer dramatistlerinden biri. Payne, insan ilişkilerinde rahatsız edici ve acı dolu durumları aktarmakta o kadar başarılı ki, filmlerini ne kadar iyi olsalar da bir kereden fazla izlemek zor. Hatta bir senaryo yazarı olarak yazarlar için en korkutucu filmlerden biri olduğunu düşündüğüm Sideways'de Paul Giamatti'nin zavallı yazarı yüzünden filmi ne kadar sevsem de bir daha izlememeye yemin ettim.
Payne, insanların bu kapsamda, bariz melodramatik numalara başvurmadan, bir üzüntü ile nasıl başa çıktıklarını düzeyli ve insancıl bir biçimde inceliyor. Annesi hakkındaki üzücü haberi havuzda yüzerken alan Alexandra'nın (harika bir ilk film performansı sunan Shailene Woodley) üzüntüsünü saklamak için havuza daldığı su altı çekimi, anın karakter üzerinde yarattığı gerçek tepkiyi göstererek yılın en yürek burkan sahnelerinden birini yaratıyor.
Aynı zamanda Matt'in sadakatsiz eşinin gizli geçmişinin peşinden giderken yaptığı hatalar ve şaşırtıcı seçimler, karakteri 100% trajik bir figüre oturtmaktansa her seyircinin sempati duyabileceği bir "insan"a dönüştürüyor. Matt'in eşine olan son sözleri, Çelik Manolyalar kopyası bir melodramda sırf seyirciyi salya sümük ağlatmak için yaratılmış manipülatif bir sahneye dönüşmek yerine Payne'in karakterinin film boyunca ruhsal yolculuğuna olan saygısı ve sabrı sayesinde duygusallığını hakeden bir final yaratıyor.
Payne'in dıştan bakınca en gereksiz görünen karakterleri bile hikaye ilerledikçe kendilerine ait bir derinlik kazanıyorlar. Alexandra'nın bu zor zamanda destek olması için yanında getirdiği saftirik Sid (Nick Krause), başlangıçta safi komedi olsun diye araya sıkıştırılmış bir karikatür izlenimi yaratıyor. Bir bakıma bu beklentiyi gayet başarılı bir biçimde yerine getiriyor, özellikle Alexandra'nın bunak büyükannesine olan kaba ama saf tepkisi ile... Fakat sonradan uykusuz Matt ve Sid arasındaki sahne, bir karikatürün bile ne denli derinliğe sahip olabileceğini kanıtlıyor. Bu hikaye Matt yerine Sid'in gözünden anlatılsaydı neye benzerdi diye düşünmeden geçemedim.
Fırtınalı Hayatlar (The Weather Man) ile Chicago'nun soğuğunu mükemmel bir biçimde aktaran görüntü yönetmeni Phedon Papamichael, Hawaii'nin güzelliğini fazla kartpostallığa kaçmadan hikayenin etrafına sarıyor. Hawaii'de geçen her filmden beklediğimiz folk müziği stili ise oluşan drama ile muazzam bir denge yaratıyor.
Senden Bana Kalan'ın Altın Küre başarısına ve olasılığı yüksek Oscar dedikodularına şaşırmadım değil. Çünkü karşımızda her ne kadar dramatik bir konu bile olsa, bir o kadar da aşırı duygusallıktan kaçınan, gerçekçi bir yönetim var.
Twitter: egekozakoktayegekozak@hotmail.com