İki büyük sanatçıdan geriye ne kalır'Biri çağdaş İtalyan sinemasının en büyük yaratıcılarından.60’lar ortasında başladığı sinema serüvenini günümüze kadar taşıyan büyük bir ’estet’.Bernardo Bertolucci...İlk filmlerinde beliren tematik öğeler Mussolini İtalyasının şekillediği toplumsal panorama içerisinde keskinleşen sınıf çatışmaları,baskılanan cinselliğe ve cinsel kimliğe karşı oluşan tepki,gelenekselin şekillediği ’’kutsal aile’’angajmanına karşı bohem yaşamlara sanatsal bakış denemeleri...Onun sineması bir ölçüde arayışın sineması olarak da nitelenebilir.’’Oidipus kompleksi’’nin şekillediği baba-oğul ilişkileri üzerinden yaratılan gerilim bir tür iç hesaplaşmanın ürünü sayılabilir.Ama onun sanatını herşeyden önce resmi olana yüz çevirmemiş gerçek bir sanatsal duyarlılığın prizmasında görmeliyiz... ’’Paris’te Son Tango’’yönetmenin en çok yankı uyandıran filmi olmuş,yönetmenimiz bu filmle ’’lanetli yönetmenler’’kervanına dahil edilmiş,filmi yüzeysel ve mesnetsiz bir yaklaşımla iğrenç bir ’’seks melodramı’’olarak damgalanmıştı.Film orta yaşlardaki Amerikalı bir erkekle(Marlon Brando)20 yaşındaki genç bir Fransız kızın (Maria Schneider)boş bir apartman dairesindeki marjinal ilişkilerine odaklanıyor,hiçbir ortak noktaları yokmuş gibi gözüken bu iki insanın ilişkisini ’’yoğunlaştırılmış bir erotizm’’prizmasında izleyicisine sunuyordu.Sanki erotizm bu filmde bir tür sembolik isyanın billurlaşmasını sağlayan bir öğe gibiydi.Bu iki karakter sanki dibe vurmuş yaşamlarını kadife bir cinselliğin tutkusuyla çoğaltmaya çalışıyordu.Bu iki insanın bütün o farklılıklarının gerisinde beliren ortak noktaları sanırım yalnızlıklarıydı.Karşı konulmaz iç sıkıntıları ve depresif havayı en iyi Marlon Brando’nun üzerinde görmek mümkündü.Canlandırdığı karakter aslında Marlon Brando’nun ta kendisiydi.O da bohem bir yaşamın çarklarından geçmiş,kendisiyle iç hesaplaşması çok uzun sürmüş,Shakespearevari trajedilerle yüklü yaşamı içerisinde ’’aydınlık’’olanla ’’karanlık’’olanı birbirine koşut olarak bir arada taşımak zorunda kalmıştı.Bu O’nun kanımca son yüzyılın en büyük aktörü olmasını engelleyememiş,ilkesel duruşu,sanatsal duyarlılığı(her ne kadar kendisi aktörlüğü sanatçılık olarak görmese ve aktörlüğü kişiliği öldüren bir unsur olarak açıklasa da)ve Hollywood’un üzerinde tahakküm kurmasına asla izin vermeyen tutarlı çıkşlarıyla kendisini adeta bir ’’ikona’’dönüştürmüştü. Bu filmde o denli çarpıcı bir kompozisyon çiziyordu ki,Ece Temelkuran’nın deyimiyle sessizliğiyle bile kasıp kavurabilen bir ’’jaguar adam’’görüntüsündeydi.Bu sessizliğin gerisinde keskin bir duyarlılığı,kabalığının gerisinde ise ışıl ışıl parlayan bir cazibeyi yakalamak hiç de zor değildi ve belki de bizler Marlon Brando’yu en çok bu şaşırtıcı cazibesinden ötürü sevdik.Marlon Brando karşıtlıkları üzerinde taşıyan bir ’’jaguar adam’’olarak 2004 yılında aramızdan ayrılmış ve ardında sinema tarihine mal olmuş ’’Rıhtımlar Üzerinde’’,Baba,İhtiras Tramvayı,Viva Zappata gibi çok büyük sinema yapıtlarının unutulmaz karakterlerini bırakmıştı.Don Carleone’ler,Terry Malloylar,Emiliano Zapatalar onunla ete kemiğe bürünmüştü.2 kez kucakladığı oscar heykelciğinin birini almaya bizzat gitmemiş,törene bir Kızılderili kadını göndermiş ve ’’Hoolywood Kızılderili katliamını meşrulaştırıyor’’düşüncesiyle sadece birkaç ’’baba’’sanatçının sergileyebileceği onurlu bir tavrı sergilemişti... Bir filmden yola çıkarak 2 büyük sanat insanına eğilmeya çalıştık.Son olarak Pariste Son Tango filmiyle ilgili şunu söylemek istiyorum.Erotizmi sapıklık olarak algılayan kısır beyinler bu filmi izlemesinler.Bu film başıbozuk bir cinsellik tüketimiyle değerlendirilemeyecek ölçüde sanatsal...’’X filmi’’kategorisini aşan bir hüznü ve duyarlılığı bizlere taşıyor...