İki Kadın, Bir Erkek
Yazar: Ayşegül Kesirli"İki Kadın, Bir Erkek"in başrol oyuncularından Mia Wasikowska ile aram ne zamandır açıktı. Geçtiğimiz yılın iddialı filmlerinden "Alis Harikalar Diyarında"da Alis rolünde izlediğimiz Wasikowska ile yeniden karşılaştığımda, Tim Burton'ın iki saatlik Alis işkencesini sil baştan yaşayacağımı düşündüğümden olacak, yüzünü bile görmek istemiyordum. Neyse ki kendi kendime yaptığım "Alis Harikalar Diyarında"yı unutma pratikleri işe yaramıştı.
Wasikowska'yı ilk gördüğümde aklıma Alis gelmedi bile. Sadece enteresan bir tanıdıklık hissettim o kadar. Aslına bakarsanız "İki Kadın, Bir Erkek"in insanda bıraktığı en kuvvetli duygu da bu enteresan tanıdıklık hissi zaten.
Film, evli lezbiyen çift Nic ve Jules'un suni döllenme yoluyla sahip oldukları kızları Joni ve oğulları Laser'ın biyolojik babalarıyla tanışabilecekleri yaşa gelmeleri ile başlıyor. Mark Ruffalo tarafından canlandırılan Paul karakteri böylelikle ailenin hayatına giriyor. Beraberliklerinde bir takım sorunlar yaşayan Nic ve Jules'un hem birbirleriyle hem de çocuklarıyla olan ilişkileri Paul'ün aileye dahil olmasıyla hepten alt üst oluyor ve çoğu zaman göz ardı ettikleri problemler bir bir su yüzüne çıkıyor.
Nic ve Jules, seyredenler üzerinde ayna etkisi yapabilecek kadar sahici ve iyi kurgulanmış karakterler. Çiftin birbirleriyle olduğu kadar kendileriyle de ilgili sorunları "İki Kadın, Bir Erkek"te öylesine samimi, akıcı ve doğal bir dille anlatılıyor ki izleyenlerin kendilerini Nic veya Jules'un yerine koyup, kendi ilişkilerini sorgulamaları fazla zaman almıyor. Bu sorgulama hali filmin süresi boyunca devam etmekle kalmıyor, film bittikten sonra da insan gündelik hayatında kendini özdeşleştiği karakteri düşünürken bulabiliyor.
Başkarakterlerinin herkes kadar sıradan ve hayatın içinden bireyler olmaları sayesinde "İki Kadın, Bir Erkek," hikayesini anlattığı alışılmadık aileyi ötekileştirmeden, Nic ve Jules'un cinsel yönelimlerini nesneleştirmeden yaşam, erkek egemen toplum, ikili ilişkiler ve aile hayatı hakkında çok önemli sözler söyleyebiliyor. Yönetmen Lisa Cholodenko, cinsiyetin, iktidar ilişkileri ve kapitalist kaygılarla belirlenen bir kavram olduğunu film süresince muhteşem bir akıcılıkla vurguluyor. Cholodenko, cinsiyetin ya da ebeveynliğin sadece birer performans olduğunu ve insanların kendilerine bahşedilen toplumsal rollere soyunmalarının biyolojik cinsiyetle hiçbir alakası olmadığını hikayenin her aşamasında başarıyla hissettiriyor.
Filmin anlatmak istediklerini böylesine rahat ve doğrudan dile getirmesinde başrol oyuncuları Annette Bening ve Julianne Moore'un muhteşem performanslarının payı da büyük. "İki Kadın, Bir Erkek"te Nic rolünde izlediğimiz Annette Bening, karakterinin her şeyi kontrol etme tutkusunu, güçlü duruşunu, kırılganlığını ve kendiyle olan savaşını tamamıyla şeffaflaştırıyor. Julianne Moore, Jules karakterinin kararsızlığını, beklentisizliğini, rahatlığını ve Nic'in baskın kişiliğine karşı hissettiği karmaşık duyguları ustalıkla yansıtıyor. Mark Ruffalo ise filmin sorun çıkaran karakteri Paul'ü tam da olması gerektiği gibi umursamaz, sorumluluktan kaçınan bir hazıra konma meraklısı olarak resmederek izleyenlerin hislerini başarıyla yönlendiriyor. Bening, Moore ve Ruffalo bir araya geldiklerinde ortaya akşam yemeği için bir araya gelmiş üç yakın arkadaşın kendi aralarında oynadıkları rastgele bir oyun çıkıyor sanki.
Oyuncuların birbirleriyle olan doğal ve akıcı ilişkileri filmin genel atmosferini de olumlu yönde etkiliyor. Dolayısıyla "İki Kadın, Bir Erkek"in oyuncu kadrosu 83. Akademi Ödülleri'nden eli boş dönse de 2011 yılının görüp göreceği en başarılı ekiplerden biri olarak tarihe geçiyor.
Bütün bunlar bir yana, filmin yer yer Nic karakterinin otorite çılgınlığının bir parçası haline gelmişcesine fazla kontrollü bir ritimde ilerlediğini de itiraf etmemiz gerek. Bir noktadan sonra "İki Kadın, Bir Erkek"in gidişatının tahmin edilebilir bir çizgi tutturmasına neden olan bu kontrollü tavır bir anlamda yönetmen Lisa Cholodenko'nun baskın sinemacılığının ve hakimiyetten hoşlanan karakterinin de bir işareti. Diğer yandan, "İki Kadın, Bir Erkek"i sürükleyen izleyenlerin bir sonraki adımda neler olacağını tahmin etmeleri değil karakterlerin tanıdık, bilindik ve alışıldık tepkileri esasında. Filmin karakterleri bizlere kendi tepkilerimizi, kendi adımlarımızı ve kendi hatalı kararlarımızı hatırlattıkları, yani bir sonraki adımlarını alenen belli ettirdikleri sürece varlar. Bu nedenden dolayı filmin kontrol yanlısı tutumu ilk bakışta olumsuz bir özellik gibi gözükse de bu "İki Kadın, Bir Erkek"in gidişatını insani yapan etmenlerden biri. Cholodenko'nun filminin en önemli yanı da bu.