Ülke sineması tanımı altında bir ekol olup kendi stilini, düşünsel dünyasını ve ağırlığını yaratan Fransız sinemasının, öte yandan kendi klişelerini de yaratmasının pek şaşırtıcı olduğu söylenemez. Öyle ki, yıllar içerisinde birçok Fransız yönetmenin ağzına sakız olan kallavi kavramlar, farklı açılardan fakat aynı görüntülerle karşımıza gelmeye ve duraksama evresindeki bir sinema ekolünü kısır döngüye itelemeye devam ediyorlar. En son 2005 yılında Amants réguliers, Les (Les Amants réguliers) ile dikkate değer bir eser ortaya çıkarıp Venedik'ten en iyi yönetmen ödülüyle dönen Philippe Garrel'in geçtiğimiz sene yine Venedik'te yarışan filmi Yakıcı Bir Yaz (Un ete Brulant) da tam olarak belli bir atmosfer yaratıp öyküsel bir tat bulamama ve yönetmenin kalıplarına sıkışma sorunundan muzdarip... Kendi cümlelerinde özel bir önem taşıyan birçok kelime, geveze ve kafası karışık bir yönetmenin cümlesinde altı bomboş kavramlara dönüşürken, film başından sona asıl odağını arayan bir fikir girdabından hallice...
Öykünün önemli karakterlerinden biri olduğu gibi ayrıca dış sesi de olan Paul'ün hayatında çok önemli bir yer arz edecek olan Friedrich'le tanışma ve onun hikayesini anlatma öyküsünü izliyoruz temelde. Beş kişi arasında oluşan dostluklar, düşmanlıklar, çatışmalar, barışmalar, yakınlaşmalar ve uzaklaşmalar oldukça tipik minimal sinema kalıplarında karşımıza çıkıyorlar. Sadakat, aile, özgürlük, devrim, aşk, ölüm ve buna benzer birçok önemli mesele, hiçbirine tam olarak odaklanılmadan filmin içerisinden geçip gidiyorlar. Friedrich ve inanılmaz bir tutkuyla bağlı olduğu, bir gün elinden kayıp gideceğini içten içe bildiği Angèle arasındaki fırtınalı ilişki de bir noktadan sonra bütün bu insanların hayatına etkiyen başlıca neden oluyor. Sonuç olarak Paul, hem kendisinin, hem Friedrich'in hem de bu ikili dışında kalan birçok insanın hikâyesini dillendirmiş oluyor.
Hayattan ve birbirlerinden çok farklı beklentileri olan ve hiçbir vakit aynı noktada buluşamayacakmış gibi görünen iki karakter üzerinden kişilik çatışmalarına, insanların kör noktalarına, çözülemeyen anlaşmazlıklara ve birbirlerine yabancılaşmalarına küçük çaplı bakışlar atmak Fransız sinemasının sıkça başvurduğu klişelerden biri oldu. ‘Yakıcı Bir Yaz' filminin, altı boş derinlikleriyle doksan dakika boyunca perdede at koşturan karakterleri de filmi tam olarak böyle bir tekdüzelik uçurumuna itiyorlar. Sırf doğallığı ve gerçekçiliği körüklemek adına yazılmış, hiçbir şekilde filmin engebeli dokusuna katkı sağlamayan diyaloglar gırla giderken, yapay bir değişime ve dönüşüme tabi tutulan karakterler, gözden kaçmayan, itici bir kontrast oluşturuyorlar. Filmin seyirciye karşı samimi olmaya ve seyirci üzerinde bir empati alanı oluşturmaya çalışır bir tavrının olmadığı malum; ancak yine de tavizsizliğine rağmen içine daha fazla girebildiğimiz bir filmden bahsetmeyi isterdik. Zira filmin ‘kaybediş' öyküsünün altında sunmaya çalıştığı duygusal tatlar, fazlasıyla belli belirsiz bir biçimde izleyiciye geçiyorlar.
Filmin fikrini kendi hayatında yaşadığı bir acıdan, yakın bir arkadaşını ölüme uğurlamasının ardından su yüzüne çıkaran Philippe Garrel'in, bu tip filmlerde görmeye çok alışık olduğumuz Monica Bellucci ve oyunculuk camiasında yükselişte olan oğlu Louis Garrel gibi iki tanınmış simayı spotlar altına alması da, aslında gerek filmin marka değerini yükseltmek, gerekse içi boş karakterleri dolu göstermek anlamında şaşırtıcı olmayan bir tercih olduğu söylenebilir. Öyle ki, filmin geçtiğimiz sene oldukça güçlü bir programı olan Venedik Film Festivali'nde yarışmasını açıklayabilmek de, ancak bu bilgi ile mümkün.
Nihai bir kanıya varmak gerekirse, kendi kendine bir kısır döngü oluşturan ve matemli atmosferinin altında bu kısır döngüye mahkum olan bir filmle karşı karşıyayız. ‘Yakıcı Bir Yaz' birçok kavramı ele alır gibi yaparak hepsine birden teğet geçiyor ve sıradanlık kalıplarını bir türlü aşamayan bir ayrılık öyküsü olarak hafızalarda yer etmekle yetiniyor. ‘Usta' olarak addedebileceğimiz bir yönetmenin, kendi ülke sinemasının tekerrürleri içerisinde böylesi bir sessizliğe büründüğünü görmek ise, biz sinemaseverler açısından oldukça üzücü bir deneyim.
kaankarsan@gmail.com
twitter.com/kkarsan