19. yüzyıl Fransız edebiyatının büyük ustalarından Guy de Maupassant'ın bizde "Güzel Dost" adıyla yayımlanan 1885 tarihli romanından uyarlanan Aşkım Benim (Bel Ami), yazarın ortaya koyduğu atmosferi az çok yansıtabilen bir çalışma olarak hedefine ulaşır gibi görünüyor. Kısa hikâye formunun üstadı olan Guy de Maupassant'ın az sayıdaki romanından birine tutunan yapım, başkarakteri Georges Duroy özelinde bir ‘yükseliş' hikâyesi anlatıyor bizlere.
Alacakaranlık (Twilight) serisiyle yıldızlaşan, kısa zamanda özellikle genç kızların sevgilisi haline gelen Robert Pattinson'ın canlandırdığı Georges Duroy, dibe vurduğu noktada eline geçen şansla yükselişe geçen bir adam. İçlerine hiçbir zaman giremeyeceği zengin sınıfa dahil oluyor bu şansı kullanarak. Yakışıklılığını da amaçları için araca çeviren karakter, üst sınıfın kokuşmuş ilişkileri içinde giderek evriliyor ve dahil olmaya çalıştığı sınıftan bir ‘canavar'a dönüşüyor bu süreçte. Aslında bu sınıftan intikam alma motivasyonuyla hareket ediyor Georges, ama hedefine yol alırken kendisini kaybetmesi de kaçınılmazlaşıyor...
Sırf popüler olduğu için başrole değer bulunduğu apaçık ortada olan Robert Pattinson, örneğin Allen Coulter imzalı Beni Unutma (Remember Me) filmindeki başarısından uzak görünüyor Aşkım Benim'de. Orada Alacakaranlık etkisinden sıyrılmış gibi duran aktör, buradaysa tam göbeğine hapsoluyor bu etkinin. İyiyle kötüyü aynı bünyede tanımlayan Georges Duroy karakteri, az çok "Alacakaranlık" serisinde canlandırdığı Edward Cullen'ı hatırlatıyor. Hâl böyle olunca, ister istemez hikâyeden uzaklaştırıyor bizi, filmin ‘klasik' doğasını sekteye uğratıyor onun görüntüsü.
Oysa, tiyatro kökenli Declan Donnellan ve Nick Ormerod'un klasik metne sadakat ve özenle yaklaştıkları bir film var karşımızda. Guy de Maupassant'ın eserine doğru açılardan yaklaşan Rachel Bennette imzalı senaryo da iki yönetmenin elini güçlendiriyor doğrusu. Ama her şey bu kadarla bitmiyor tabii. Hikâyenin taşıyıcı unsuru olan başkarakter inandırıcı olmayınca, yan karakterlerdeki kalburüstü isimler de boşa kürek çekmiş oluyorlar. Uma Thurman, Kristin Scott Thomas, Christina Ricci, Colm Meaney gibi önemli oyuncuların birer ‘aksesuar'dan öteye gitmeyen karakterleri, bu isimlere hakaretten öteye bir anlam taşımıyor. Robert Pattinson, hikâyeyi öylesine domine ediyor ki, onlara nefes alacak alan kalmıyor. Belli ki yapımcıların tercihi olmuş bu, yıldızımızı olabildiğince çok göstererek seyirciyi tavlayalım demişler.
Tüm bu dengesizliğe rağmen, Aşkım Benim'in kötü olma ihtimali de yok tabii. Çünkü uyarlandığı eserden yansıyan ışıktan kaçmak mümkün değil. İnsanın özünde gizlenmiş, zaman zaman ortaya çıkan, kimi zamansa sonsuza kadar orada saklanan ‘çirkin ben'in marifetlerini anlatan Guy de Maupassant, filmin ruhuna da sızmayı başarıyor. İki yönetmen, oyuncu handikabını başka formüllerle aşmayı deniyorlar hikâye boyunca. Ellerindeki sağlam malzemeyi heba etmek istemeyen sinemacılar, Robert Pattinson'dan boşalan anlarda atmosfere yükleniyor ve hikâyenin iktidar boyutunu deşifre etmeye çalışıyorlar. ‘Güç'ün el değiştirmesiyle deforme olan iklime ilgilerini yöneltiyor, insan denen yaratığın doymak bilmeyen açlığını öne çıkarıyorlar.
Filmden akılda kalan bir başka şeyse, kadına olan yaklaşımda kendini gösteriyor. Erkek egemen toplumların kadına bakışındaki ‘aşağılama' refleksini net biçimde ortaya koyan hikâye, özellikle başkarakterin dünyasında onları ‘nefretlik' yaratıklar olarak resmediyor. Kullanılıp bir kenara atılan kadınların aşk arayışına karşılık, erkek dünyasının güç gösterisi öne çıkıyor. Kadınları birer ‘savaş zaiyatı' olarak gören anlayışın hüküm sürdüğü bir dönemin içinde temelleniyor filmin atmosferi. Başkarakter Georges Duroy, sıfırdan zirveye yükselirken hep kadınları eziyor, onların zaaflarından yararlanıyor, hiçleştiriyor karşı cinsi. Diğer erkek karakterlerde de durum pek farklı değil. Her hamleleriyle değersizleştiriyorlar kadınları(nı).
Sonuç olarak, doğru oyuncu tercihleriyle hedefe ulaşabilecek bir projenin sallana yuvarlana ilerlediğini görüyoruz Aşkım Benim'de. Edebiyat uyarlamalarının çekiciliği kurtarıyor bu filmi ve yaratıcılarını. Ya da şöyle ifade edelim: Guy de Maupassant, 19. yüzyıldan gelip ellerinden tutuyor, vasat sularda gezinmelerini sağlıyor en azından.