Mustafa
Yazar: Ali Ercivan29 Ekim'de vizyona girip daha ilk gününde 150.000'in üzerinde seyirci toplayan Mustafa adlı belgeselin halkın belli bir kesiminde uyandırdığı heyecanı, bundan birkaç yıl önce Mel Gibson'ın çektiği Tutku: Hz. İsa'nın Çilesi adlı filmin ABD'de koyu Hıristiyan kitle arasında uyandırdığı coşkuya benzetiyorum. Mevzuya biraz soğukkanlı bakabiliyorsak, hedef kitlenin fetişize etme eğilimini görebiliriz.
Can Dündar, daha önce de Atatürk'le ilgili belgeseller yaptı. Bunlar televizyon için yapılmış ve toplamda saatler süren işlerdi. Bu kez sadece iki saat içinde Atatürk'ün bütün hayatını beyazperdeye aktarmaya çalışmış. Kolay bir iş değil. Hayatındaki belirli bir döneme odaklanması, bir sinema projesi için elbette daha doğru bir seçim olurmuş. Bu haliyle filmin odağını bulamaması ve seyircinin ilgisini bir noktadan sonra kaybetmesi kaçınılmaz. İnsanlar bu filmi görmeyi her ne kadar zorunluluk veya görev gibi algılayıp salonları doldursalar da, özellikle belli bir yaşın üzerinde olanların bir noktadan sonra uyuklamaya başlamaları kaçınılmaz. Bugün şahit olduğum için söylüyorum.
Mustafa'nın başarısız bir yapım olduğunu söyleyemeyiz. Ticari açıdan bakıldığında -hele şu günlerde- son derece zekice bir proje olması bir yana, yerli yerinde ve başarıyla uygulanmış canlandırmaları filmin lehine işleyen bir unsur. Filmin özellikle giriş ve çıkışında, "Dört Mevsim" tablosu çevresinde kurduğu dramatik anlatım da gayet etkileyici. Can Dündar'ın bir sinema duygusu yakaladığına inanıyorum.
Dündar, kimi tarih kitabı klişelerinden, ezbere bildiğimiz Atatürk'ün Samsun'a ayak basışı gibi kilit olaylardan uzak durmaya çalışmış belli ki filminde. Atatürk'ün içkiye düşkünlüğü, özellikle genç yaşlarındaki ilişkileri, Lenin'i ve Komünist rejimi kendine adeta bir istikamet kabul etmesi, yaşamının ilerleyen dönemlerinde İslamiyet'i bu ülkenin önünde bayağı bir engel olarak görmesi gibi kimilerini rahatsız edebilecek birçok yönünü barındırmasını istemiş filminin. Belki Fikriye Hanım'ın intiharından kendini sorumlu tuttuğu için, belki de Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş sürecinde nerelerde hata yaptığını çok geç fark ettiği için, hayatının son döneminde son derece içine kapalı ve mutsuz bir dönem geçirmiş olması bilgisi bile Can Dündar'ın bir mitten ziyade gerçek bir insanı yansıtmak amacıyla filmine kattığı unsurlar.
Atatürk'ü dünyada "diktatör" olarak gören insanlar bulunduğunu da göz ardı etmiyor Dündar. İçinde bulunduğu şartlar bunu gerektirmiş olsa bile, Atatürk'ü kimi insanların neden "diktatör" olarak kabul ettiğini anlamamızı sağlayacak malzemeyi de veriyor bize. Yeri geldiğinde arkadaşı olan insanları bile her türlü muhalefeti durdurmak için darağacına göndermekten çekinmediğini ama bunun sonucunda giderek yalnızlaştığını ve mutsuzluğunun bundan da kaynaklandığını söylüyor.
Atatürk ile ilgili toz pembe bir portre çizmemeye çalışıyor film. Ama zaten Kemalist kesimin uzun zamandır sempatiyle bakmadığı Dündar, aslında tam da toz pembe, yüceltilmiş bir Atatürk portresi bekleyen bu insanları çok kızdırabilecek bir belgeselle çıkıyor karşımıza. Bir yobaz ise bu filmi izleyip pekala "Hah işte, Atatürk dinsizin tekiymiş" anlamını çıkarabilir.
Mustafa'nın gerçekçi bir portre olma çabasına rağmen, Can Dündar'ın her zamanki romantik üslubundan dolayı yine de yüzeysel bir biyografi olarak kaldığını düşünüyorum. Atatürk üzerine yüzeysel olmayan bir belgesel hiç yapıldı mı acaba, doğrusu yanıt vermek zor. İnsanlar bunu gerçekten istiyorlar mı, zaten o apayrı bir konu. Koca bir hayatı sadece iki saate sığdırma handikabı ortadayken, ne Goran Bregovic'in coşkulu müzikleri ne de Dündar'ın içli ses tonu filmden heyecan duymayı sağlamaya yetmiyor.