Şantaj
Yazar: Mert YeniciRobert De Niro ve Edward Norton gibi iki ismin 2001 yapımı "The Score" gibi ortalamanın üstü bir aksiyon/suç filminden sonra ilk kez bir araya geldiğini görünce insan ister istemez projeden daha fazlasını bekliyor. Aslında "Şantaj"ın seyirciyi geri kalanında sağlam bir gerilim izleyeceği havasına sokup umutlandıran ilgi çekici bir açılış sekansı var. Benim hayal kırıklığım iyi bir potansiyelin kullanılamamış olmasından, böylesi sağlam oyuncuların çok parlak olmayan böyle bir projede birazcık harcanmış olmasından, ağır temposundan veya iyi bir gerilim çıkması umudumun çürümesinden de değil de daha ziyade o başlangıçtaki ufak hikayenin herhangi bir yere bağlanmaması, çok küçük referanslarla geçiştirilmesinden oldu.
Film, Robert De Niro'nun oynadığı Jack'in gençlik yıllarından, eşinin onu terk etmek istediği kasvetli bir günle açılıyor. Sinir krizi geçiren Jack'e karısının onu terk etmeyeceğine dair söz vermesiyle, bir trajedinin eşiğinden dönen aileye filmin ilerleyen zamanlarında güzel bir arka plan oluşturulacağına dair bir umuda kapılıyoruz ama bu sahne gösterildiğiyle kalıyor ne yazık ki. Akabinde yıllar sonrasına atlıyoruz: Jack artık emekliliği gelmiş bir şartlı tahliye memuru. Her gün aynı basmakalıp cümleleri kullanıp tahliye bekleyen suçlulularla konuşup gerçekten tahliye edilmeyi hak edip etmediklerini ölçüyor. Son dosyalarından biri, "Stone" isimli bir mahkuma ait. Stone, zamanında kuzeniyle beraber hırsızlık için büyük babasının evine girmiş, fakat işler sarpa sarmış, büyük anne ve baba ölmüş, ikili de yangın çıkararak kaza süsü vermişler. Stone, hapisten çıkabilmek için Jack'e artık düzeldiğini kanıtlamak zorunda. Ancak Jack'in çetin ceviz oluşu işleri zora soktuğundan Stone, araya girmesi ve Jack'i etkilemesi için "bu dünyadan değil" şeklinde tanımladığı çekici eşi Lucetta'yı devreye sokuyor. Genelde olduğu gibi işlerin karışması da genç, güzel ve çekici bir kadının ortaya çıktığı zamanlara denk geliyor zaten.
Junebug'ın da senaristi olan Angus MacLachlan, aslında yaratım sürecinde altından kalkabileceğini düşündüğü güzel fikirler bulmuş da, iş kağıda dökmeye geldiğinde bu fikirlerin altını dolduramamış, geliştirememiş, onlarla nereye varacağını bilememiş, bocalamış gibi bir izlenim bıraktı bende. Konunun daha önce de belirttiğim gibi sağlam bir potansiyeli var ancak olaylar asla istediğiniz gibi gelişmiyor. Bu filmin değil bizim sorunumuz gibi gözükebilir ancak film boyu senaryo nereye varmak istediğini bilmez bir halde. Başka bir yöne sapmak ister gibi gözüküyor ama varmak istediği yer de orası değil esasen. Ben Angus MacLachlan'in filmi bir çeşit erotik gerilime dönüştürmek istediğini ama sonrasında iyi bir fikir olmadığını düşünüp vazgeçtiğini sanıyorum.
Aynı sorunu alt metinlerle ilgili de yaşıyor. Çok net oturmayan bir sürü dini referans ve sembol, öylesine ortaya atılmış gibiler. Her bir karakterin inanç sistemlerini taraf tutmadan sunma çabasını takdir ediyorum. Misal Jack'in eşi adamış bir Hristiyan. Karısıyla birlikte İncil'den bölümler okuyan Jack ise neye niye inandığının veya inanmak zorunda hissettiğinin bilincinde değil pek. Kaybolmuş gibi. Stone kütüphanede bulduğu kitapta bahsedilen bir "ses"i duymanın peşinde. Karısı Lucetta ise din ve Tanrı'yla alakası olmayan, aklına eseni yapan bir kadın. Senaryo hiçbir karakterin inancını yargılamadan ya da yüceltmeden onların gözünden dünyaya bakmaya çalışıyor ancak buna tezat oluşturacak nitelikte radyo yayınından film boyunca yayılan tamamı Hristiyanlıkla ilgili o kadar dini konuşma var ki, bir noktadan sonra senaryonun taraf tutup tutmadığıyla ilgili izleyiciyi yanılgıya düşürmemesi işten bile değil. Tüm bunları bir kenara bıraksak bile, en basit tabirle bu dini içerikli konuşmalar sonlara doğru kafa ütüleyici bir hal alıyor.
Yönetmen Curran'ın en büyük avantajı şüphesiz senaryonun eksikliğini oyunculuklarıyla kapatmayı bilen usta isimlerle çalışmış olması. De Niro ve Norton, ikinci ortaklıklarında da nefis bir kimya yakalamayı ve aradaki gerilimi adım adım tırmandırmayı iyi biliyorlar. İkilinin karşılıklı sahnelerini izlemek ayrı bir keyif. Yine de asıl övgülerimi Lucetta rolündeki Milla Jovovich'e adamak zorundayım. Yalnızca güzel görünüp salınmaktan fazlasına sahip bir karakteri, olduğundan da önemli bir hale getirmeyi başarıyor. Filmde de denildiği gibi gerçekten de bu dünyadan değilmişçesine alıp götürüyor izleyiciyi.
Stone fazlasıyla oyuncularının performanslarına sırtını dayayan, potansiyelini yeterince iyi değerlendirememiş, kaçırılmış bir fırsat. Gene de bu isimleri bir daha bir arada bulamayacağımız düşünülürse ve aksiyon ya da gerilim değil de karakter odaklı bir dram izlemek istiyorsak neden tercih edilmesin? Varsın vaad ettiği patlamayı yapamamış, izlemeden önce bulmayı umduğumuz etkileyiciliği yaşatamadan bizi salondan uğurlamış olsun. Belki de film boyunca anlatılmaya çalışılan, bir yere bağlanmayan meselelerin özü tam da budur: hayatta her istediğimizi elde edemeyiz...