Başka Bir Yerde
Yazar: Serdar KökçeoğluSofia Coppola, The Virgin Suicides adını taşıyan küçük filmiyle girdi hayatımıza. İlk izlediğimde Air'ın da katkıda bulunduğu film müziklerini filmin kendisinden daha çok sevdiğimi hatırlıyorum. Yıllar sonra, yönetmenin sonraki filmi Lost In Translation'ı izleyip çok beğendikten sonra, yeniden döndüm filme ve Coppola'nın ele aldığı kasvetli konuya hafif dumanlı bir pencereden, farklı bir şekilde bakması hoşuma gitti. İlk izleyişte beğeni konusunda sizi kesin bir ayrım yapmaya iten ama ikinci izleyişte iyi ve kötünün ötesinde bir hayranlık duyabileceğiniz ilginç bir film olduğunu düşünüyorum.
Marie Antoinette ise hafif, punk ruhlu bir kostümlü drama. Aphex Twin, Squarepusher ve The Cure gibi isimlerin yer aldığı soundtrack olmasaydı, bu film gene ilginçliğini korur muydu bilemiyorum doğrusu. Coppola'nın mezuniyet elbisesinin altına converse giyen asi bir genç kız ruhuyla yaptığına şüphe yok. Sevenler olduğunu biliyorum ama benim için aynı converse ile atılmış üzücü bir geri adım. Yönetmenin Başka Bir Yerde ile The Virgin Suicides melankolisi ve Lost in Translation yalnızlığı arasında (emin) bir yerlere dönmesi şaşırtıcı değil.
Başka Bir Yerde, temelde bir baba ile kızının hikayesi. Hollywood prodüksiyonlarında rol alarak dünya çapında bir ün yakalamış Johnny Marco'nun ilk defa kızıyla uzun bir süreyi beraber geçirmesini izliyoruz. Yalnız, mutsuz; dünyaya sürgüne gönderilmiş gibi yaşayan bir adam Johnny. Genellikle sarhoş olup merdivenlerden düştüğü partilerde şöhretinin tadını çıkarmasını biliyor ve kadınların kendisine gösterdiği ilgiden rahatsız değil aslında. Ama alttan alta derin bir mutsuzluğu olduğunu hissediyoruz. Pahalı arabasına binip geniş yollarda hız yapma merakının altında da 'yok olma' dürtüsü yatıyor olabilir mi, kim bilir. Johnny sevebileceğiniz türde bir adam değil.
Belki gerçek olsaydı, filmlerinden dolayı kendisine hayran olabilirdiniz, o kadar. Sofia Coppola da bir kez daha dünyaya sahip olmayı başarmış bir ünlünün bilinmeyen yalnızlığına çeviriyor kamerasını. Ama burada Johnny Marco'yu elle tutulur bir karakter yapmayıp anonim bırakarak bir hataya düşüyor aslında; 'şöhret olmak budur gördüğünüz gibi bir esprisi yok, zombiye çevirir insanı' diyerek tartışmalı bir genelleme yapıyor. Bu nedenle ortaya yeni bir Lost In Translation çıkmıyor, çıkamıyor.
Dünya çapında tanınıyor olmanın oldukça garip ve kısmen tehlikeli bir durum olduğuna şüphe yok. Dünyanın neresine giderseniz gidin, abartılı bir sevgiyle karşılanıyorsunuz, herkes size baktığında farklı bir yüz, belki farklı bir rol görüyor. Eğer bu durumla baş etmeyi öğrenemezsiniz, Johnny gibi hayatınız bir uzay boşluğuna dönüşür ve anlamsızca o boşlukta sürüklenirsiniz. Ama bu yabancılaşmayı aşıp, bu hastalıklı şöhret durumundan sıyrılabilen ünlüler de var.
Belki parayla satın alınamayacak amaçlar ve idealler belirlemek gerekiyor hayatta. Sanki bunu yapanlar dengeyi ve 'kafayı' koruyabiliyor. Coppola bahsettiğim anonimleştirme nedeniyle güçlü bir karakter hikayesi anlatmak yerine, belgesel mantığında bir tespit yapmaya girişiyor. Eski Wim Wenders filmlerini akla getiren tuhaf ve yabancı bir atmosfer yakalamayı başarıyor yönetmen; ama keşke karaktere ve onun kızıyla olan kritik ilişkisine birazcık daha müdahale etseymiş diye düşünmeden de edemiyoruz.