İzleyecekleriniz, sinemada eğlenmenin tam karşılığı.
Yazar: Ali Ulvi Uyanık14 Haziran 1816'da, Lord Byron'un ev sahipliğinde Cenevre, Leman Gölü'nün kıyısındaki villada toplanan yazarlar, en etkili korku romanını kimin yazacağı konusunda bir iddiaya girerler. 19. yüzyıldaki bu iddiadan bugüne, 21.yüzyıla uzanan ve çağdaş edebiyat ile sinemadaki etkilerini sürdüren korku kahramanlarının olduğu iki yapıt çıkar sadece. Byron'un sekreteri John William Polidori ilk vampir hikayesi "The Vampyre"i , Mary Wollstonecraft Godwin (Mary Shelley) ise, henüz 19 yaşında, edebiyat tarihinin kilometre taşlarından, korku türünü olası gelecek hayalleriyle (bilim kurgu) birleştirdiği gotik romanı "Frankenstein; or The Modern Prometheus"u yazar. İşte, "Frankenstein: Ölümsüzlerin Savaşı" (I, Frankenstein)'nın prologunda, yazarın kitabına çok büyük ölçüde sadık kalınmış: Victor Frankenstein, tıp öğrencisiyken mezarlardan çaldığı ceset parçalarından yeni bir 'şey', bir canavar insan yaratıp daha sonra onun karşısında dehşete kapılıp kaçar (filmde canavarı nehre atmaktadır). Bir süre sonra canavar, yaratıcısıyla karşılaşıp dramatik yalnızlığından bahsederek bir eş ister (filmde bu ayrıntı tam olarak yok). Doktor ikinci bir canavarın karşısında paniğe kapılarak sözünü tutmaz; yarattığı canavar ise bir süre sonra karısını öldürür. Doktor onun peşine düşer ve kutuplarda soğuktan donarak ölür. Victor, romanda, kutupta rastladığı yabancı adam Robert Walton'un, filmde ise canavarın kollarında ölür. Bu noktadan sonra ise, Frankenstein'ın yarattığı 'ruhsuz'(?)canavarın kaderinin götüreceği yolu, hikayeyi stilistik çizgi roman karelerinde yepyeni fantastik damarlarla besleyen, yazar-oyuncu Kevin Grevioux ile yazar-yönetmen Stuart Beattie devralıyor.
Aslında Kevin Grevioux, yönetmen Len Wiseman ve Danny McBride ile birlikte, korku karakterlerinin günümüz kentlerinde, insanların yanı başında süre giden serüvenlerini, on yıl önce "Karanlık Ülkesi" (Underworld)'nde, vampirler ile kurt adamlar('lycan'lar) arasındaki savaşla başlatmıştı. Daha sonra üç film daha çekildi ve iki tür arasındaki sorunun kaynağına (12.yüzyıl) kadar inildi. Şimdi ise, yine muazzam gotik yapılara sahip, muhtemelen bir Orta Avrupa kentinde, karanlıkla ışığın savaşının ortasında kalan canavarın 200 yıl sonraki distopik dönem aksiyonuna tanık oluyoruz. Türkçeye "çörten" olarak çevrilen ve mitolojik canlılar olan kanatlı gargoylelerin heykellerinden yola çıkılarak oluşturulmuş tarikat mensupları, ışığı temsil ediyor. Diledikleri zaman insan, diledikleri zaman gargoyle, diledikleri zaman da hareketsiz heykel formuna (bu heykeller yağmur sularını ana binadan uzak tutarak tahliye ederler) dönüşebilen bu savaşçıların bağlı olduğu tarikat, cehennemdeki iblislerin dünyadaki ruhsuz bedenlere girerek tüm insan ırkını ele geçirme planlarına karşı savaşıyor.
Kilidi açacak olan anahtar Victor Frankenstein'ın canavarı nasıl yarattığına dair sırları yazdığı defterde saklı. Böylece sırrın ele geçirilme mücadelesinde, Boris Karloff kreasyonunun tam tersi olan atletik, Uzakdoğu dövüş sanatlarına aşina canavar (Aaron Eckhart) , gargoylelerin kraliçesi Leonore (Miranda Otto) ile iblislerin lideri Naberius'un (Kevin Grevioux eserlerinin gözdesi Bill Nighy) yönettiği ölümcül karşılaşmaların ortasında iki taraf arasında savrulup duruyor. Zaten bir genç ve güzel bilim kadınının 'renk kattığı' bu korkunç 'maçlar', filmin aksiyondaki ana arter trafiğini oluşturuyor (bu arada "insanlar nerede" diye sormayın). Film, dramatik yapısı orijinal eserin ışık yılı uzağında olsa da bunun bir grafik roman uyarlaması olduğunun bilicinde, seyirciye de gösterinin tadını çıkarmak kalıyor. Öncelikle, aynen Peter Jackson'ın Yeni Zelanda'daki platolarda ve dijital ortamda New York'u yaratması gibi, Melbourne'daki Docklands Stüdyoları'nda -doğaldır ki- yeşil ekran temelli ve fakat 3 boyutun avantajını da kullanarak, derinliği etkileyici sofistike bir kent yaratmışlar. Özellikle gargoylelerin katedral görkemindeki yapısı çok çarpıcı. Ayrıntılı ve sert ses tasarımının desteklediği karmaşık aksiyonla zaten yaklaşık 1,5 saat uzunluğundaki filmden tatmin olmuş şekilde çıkmanız kesin gibi. Yani gördüklerinizin ve işittikleriniz, sinemada eğlenmenin tam karşılığı.