Arı Kovanına Çomak Sokan Kız
Yazar: Oktay Ege KozakArı Kovanına Çomak Sokan Kız ile Stieg Larsson'un dünya çapında inanılmaz popüler olmuş Milenyum serisinin İsveç sinema macerası sona eriyor. İsveç sinema macerası diyorum çünkü serinin David Fincher yönetiminde ilk bölümün Hollywood versiyonu bu sene sonunda vizyona giriyor. Görünüşe bakılırsa her permutasyonda gizemli ve sorunlu bir geçmişe sahip punk hacker Lisbeth Salander'le bir kaç yıl daha geçireceğiz sinema salonlarında.
Kitapları okumamış biri olarak seriye olan ilişkim tamamen 9 saatlik bir İsveç televizyonu mini-serisinden iki buçukar saatlik üç filme kesilip dünyanın geri kalanında vizyona sokulan sinema üçlemesi ile kısıtlı. Bu yüzden Salander (Noomi Rapace) ve Millenium dergisinin yenilmek bilmeyen editörü Mikael Blomkvist'in (Michael Nykvist) hikayesini filmden filme takip edip kitaplarla karşılaştırma şansım olmadı. Eminim ki serinin kitaplarını yakından bilen hayranlarının sadık kalınan ve adaptasyon aşamasında değiştirilen bir sürü detay hakkında kendilerine ait fikirleri vardır.
İlk filmin klasik detektif romanı yapısına getirdiği taze yaklaşımından hoşlanan seyirciyi aslında 5 saatlik bir filmi iki filme bölen son iki bölümde daha kişisel bir hikaye bekliyor. İlk filmde hem Salander ve Blomkvist'in hikayesini takip ederken ayrıca kendi ayaklarında duran ayrı bir cinayet gizeminin çözüldüğü muazzam balans, son iki filmde tamamen Salander'in taciz dolu gizemli geçmişi ve haksızca suçlandığı cinayetlerden Mikael'in yardımı ile beraat etmeye uğraşması etrafında oluşuyor.
Açıkçası son iki bölümün ilk filmde olduğu gibi Salander ve Blomkvist'in bir araya gelip başka gizemleri çözmelerini beklerken tek bir hikayeye bu denli odaklanması biraz daha monoton bir izlenim sunuyor. Açık bir sonla biten ikinci film her ne kadar ilk bölüm kadar akılda kalır olmasa da gayet eğlenceli iki saatlik bir gerilim sunuyordu. Arı Kovanına Çomak Sokan Kız ise kinetik finaline rağmen serinin en yavaş ilerleyen filmi.
Bu eleştirinin en büyük sebebi ikinci filmin sonunda suç kralı babası tarafından vurulan Lisbeth'in hikayenin çoğunluğunu hastanede iyileşirken geçirmesi. Bu yüzden senaryo bütün ağırlığını Mikael'in Lisbeth'i aklamaya uğraşmasına veriyor ve bu iki zıt karakterin varlığından güç alan seri akıcılık bakımından biraz frene basıyor. Neyseki üçüncü perdede seyirciyi yeni punk görünüşüyle full forma dönmüş bir Lisbeth Salander bekliyor.
Serinin en güçlü kozu tabi ki Lisbeth Salander'i canlandıran Noomi Rapace. Salander'in güçlü kişiliği ile acı dolu geçmişinden kaynaklanan sakıngan yapısı arasında mükemmel bir denge kurmayı başaran Rapace, bu rol ile seyircinin aklında yerini garantiliyor. Amerikan versiyonunda Salander rolünü kapmış olan Rooney Mara'nın işi çok zor.