Gözlerde bayram, zihinlerde sorgu
Yazar: Fırat Ataç2007'de çektiği Le voyage du ballon rouge'dan bu yana yalnızca iki antolojide karşımıza çıkan Hsiao-Hsien Hou, geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali'nde En İyi Yönetmen Ödülü'nü kucakladığı The Assassin ile uzun süreli bekleyişin sonunu getiriyor. Yönetmenin, sessiz geçen yıllarında üzerine ciddi biçimde eğildiği film, aynı zamanda 'bir gün bir dövüş sanatları filmi çekeceğim' hayalinin de yansıması. Bu yansımanın bolca tel kullanılan klasik wushu anlayışını perdeye getireceğini zannedenlerin koca bir yanılgıya düşeceğini şimdiden belirtelim.
9.yüzyıl Çin'inde geçen hikaye oldukça karmaşık bir ilişkiler ağından bahsediyor. Durumu olabildiğine basitleştirerek, evinden koptuktan sonra donanımlı bir suikastçı olarak yetiştirilen Yinniang'ın peşinden ilerlediğimizi söyleyebiliriz. Ona verilen bir görevi yufka yüreğinden sebep yerine getiremeyen ve bunun cezası olarak çocukluğunun geçtiği Weibo'ya dönüp Vali Ji'an'ı öldürmesi istenen Yinniang'ın 'geçmiş-Ji'an' birleşimine dair yaşanmışlıkları, kafa karışıklıkları, en önemlisi de profesyonellik-kalbin sesi ikilemine dair çözmesi gereken sorunları var.
Geçtiği dönem itibariyle konuya eklemlenen politik ve tarihi arka plandan ziyade karakterin zihninde yapılan bir yolculuk olarak görebileceğimiz The Assassin, bu haliyle yönetmenin önceki işlerinin ayırt edici noktası olan gözlem, soyutlanma ve sessizlik duraklarından farklı yerlere uğramıyor. Hou'nun seyircisiyle kurduğu mesafeli ilişki, filmi kimi anlarında fazlaca statik hale büründürüyor. Döngü, araya sıkıştırılmış derin ayrıntılarla kendini unuttururken, seyirciye döngüye dönme konusunda fena halde zahmetli 'doldurulması gereken boşluklar' kalıyor.
Epik bir gidişattan ziyade folk hikayelerindeki naifliği tercih eden Hou, yapay değil gerçek mükemmelliğin peşinden koşmuş. Olaylar tezahür ederken sürekli kulağımıza çalınan kuş sesleri, ağaçların rüzgarda çıkardığı ses, odunların yanarken çıkardığı çatırtılarla yaratılan, doğallığı ön plana çıkartan dinginlik, karakterlerin psikolojilerinin kelimelerle değil davranışlarla göz önüne serilmesi noktasında da sürecin tamamlayıcısı konumunda.
Verdiği bir röportajında 'filmi ilk izlediklerinde anlayamadıkları noktalar olduğunu söyleyen seyircilere denk geliyorum, onlara hak veriyorum. İkinci ya da üçüncü denemelerinde boşlukları dolduracaklarına eminim' diyen Hsiao-Hsien Hou'nun filmin teknik konulardaki muazzamlığına duyduğu güven aşikar. Aksi takdirde tekrar dönüp içine girmek için uzunca ara verilmesi gereken bir filmle karşı karşıyayız. O uzunca aranın kısalmasını sağlayacak güzellik ise kurt Ping Bin Lee'nin görüntü yönetiminde saklı. En az üç dört defa ayaklanmanızı sağlayacak resimler tecrübe edeceğinizi garanti ederim.
İşin dövüş sanatları kısmı ise sadece hikayeye hizmet etmekle sınırlı. Wushu'nun Ang Lee'nin Crouching Tiger, Hidden Dragon'u ya da Zhang Yimou'nun Hero'su gibi estetik kaygıları ön plana çıkaran, mainstream seyirciyi kolayca avucuna alabilecek gücünü kullanmak yerine bir araç olarak filme yedirildiğini görüyoruz. Bu durum, Hsiao-Hsien Hou'nun tutarlılığı konusunda aklımızda hiç bir soru işareti kalmamasını sağlıyor.
Kariyerini pek de akıllıca yönlendirebildiğini düşünmediğim güzeller güzeli Qi Shu'nun kendinden yaşça oldukça küçük bir karakteri canlandırmasındaki içten performans, daha önceki 'işte bu' dedirten işlerini de akla getiriyor. Ne tesadüftür ki yönetmenle çalıştığı önceki filmler Millennium Mamboand ve Three Times bu 'hafıza tazelenmesinin' en güzide örnekleri. Hiç şüphe yok ki Hou'nun elinde Qi Shu'ya dair de sihirli bir değnek var.
Yönetmenin hayranları için doyurucu hatta kusursuzluğa yakın olarak nitelendirebileceğimiz The Assassin, dövüş sanatları hayranları için yetersiz, tarafsız bakanlar içinse soru işaretleriyle dolu olarak kalıyor.