70'lerin ortasında 13. Karakola Saldırı ile başlayıp Halloween, Sis, New York'tan Kaçış, Şey ile devam eden ve kalitesi uzun süre düşmeyen korku, gerilim, eğlence kokteylinin hazırlayıcısıydı John Carpenter. Hiç tereddüt etmeden, yaşayan en büyük yönetmenler arasında sayabileceğimiz veteran usta, 90'larda düşen formunu 2001 yılında çektiği "Natasha Henstridge Marslı hayaletlere karşı" konseptli (!) Ghosts of Mars'la dibe vurdurduğundan beri beyazperdeden uzak duruyordu.
Aradan geçen bu 10 senelik zaman zarfında Mick Garris'in yaratıcılığında hazırlanan ve türün en büyük yönetmenlerini bir araya getiren Masters of Horror projesinde Cigarette Burns ile karşımıza çıktı Carpenter... Sinema tutkusunu kaybetmediğini, bu 60 dakikalık orta metraj marifet gösterisiyle ispatlayan yönetmen, Koğuş ile beklediğimiz geri dönüşünü en sonunda gerçekleştirdi. Tabii önümüzdeki filme "geri dönüş" demenin fazlaca iyi niyetli bir yaklaşım olacağını belirtmekte yarar var.
Bir çiftlik evini ateşe verirken yakalanan ve akıl hastanesine yatırılan Kirsten'in öyküsünü izliyoruz filmde. Kirsten burada, her biri farklı zihinsel hastalıklardan muzdarip koğuş arkadaşlarıyla çatışması yetmezmiş gibi, koğuşa musallat olan hayalet ve hastanenin radikal tedavi yöntemleriyle de savaşmak zorunda kalıyor.
Bize servis ettiği son -gerçek anlamda- başarısı Çılgınlığın Ötesinde'den beri korku filmi izlememiş gibi görünen John Carpenter, o kadar çok klişeyi ardı ardına sıralıyor ki şaşırmamak imkansız. Daha önce yaptığı açıklamalarda bunun 'eski usül bir yönetmenden eski usül bir gerilim' olacağını üzerine basa basa vurgulayan yönetmen, klişe olmakla eski usül olmak arasındaki farkı kavrayamamış görünüyor.
Ortalarda amaçsızca dolanan eli şırıngalı suratsız hemşireden, radikal tedavi yöntemini elektrik şokuna indirgeyen anlayışına, "ben deli değilim!" cümlesini defalarca duymamızdan, bu cümleye kimsenin inanmamasına kadar her şey, tahmin edilebilir ve zeka kırıntısından yoksun bir şekilde sıralanıyor. Hayaletli bir akıl hastanesini fon alan en basit filmlerde bile aklınıza gelecek ilk seçenekler olan; "kahraman paranoyaktır, her şey komplo ve kafada kurulan şeylerden ibarettir, ya da her şey bir rüyadır" tahminlerine yakın durmamasını dilediğimiz John Carpenter, gerilimi bunlarla ayakta tutup öyle bir sonla karşımıza çıkıyor ki, kelimeler kifayetsiz kalıyor. Film bu haliyle, adını vermenin bütün sürprizi (sürpriz denilebilirse) yok edeceği yakın tarihli bazı filmlerin kötü bir taklidi gibi duruyor.
Rasmussen Kardeşler'in yazdığı senaryonun elle tutulur tek bir yanı olmaması, karakterlerin derinliksiz hallerinde iyice ortaya çıkıyor. Neil Marshall'ın 2005 tarihli muazzam gerilimi Cehenneme Bir Adım'ı ele alalım. Filmin aynı zamanda senaristi de olan Marshall'ın rahatsız edici derecede kendine güvenle ele aldığı kadınlar arası ilişki dinamikleri, daha önce neredeyse bütün karakterleri kadın olan bir film çekmemiş Carpenter'ın harcı değil gibi görünüyor.
Öte yandan Koğuş, bütün vasatlığına rağmen güzel sinemasal anlar da barındırıyor. Ustanın alamet-i farikalarından geniş açılı çekimler, hastanenin karanlık koridorlarında uzun planlarla dolaşan kamera ve tedirgin edici gölgeler... Bunların Mark Kilian'ın yeterince iyi müziği, Howard Berger ve Gregory Nicotero'nun amaca hizmet eden makyaj çalışmasıyla birleşmesi, filmin az da olsa belini doğrultmasına sebep oluyor.
Filmin başrolündeki Amber Heard'a da değinmek gerekiyor. Rol aldığı filmlerle (All The Boys Love Mandy Lane, Zombieland, And Soon The Darkness...) eksikliğini çektiğimiz korku janrının pin-up kızı duruşunu pekiştiren sarışın güzel, yeni çığlık kraliçesi olma yolunda hızla ilerliyor. İzlemenin her daim keyif verdiği fiziksel güzelliğinin yanı sıra, kavgacı ruhuyla da filmi omuzlarında taşıyor.
John Carpenter'dan isteğimiz, beklentileri karşılayamayan bu deneyine rağmen, bir sonraki filmi için bu kadar ara vermemesi. Zira usta yönetmen, seyirciyi 'tek bir korku anı' için bile filmin içine çekebilecek ikna gücüne sahip ender sinemacılardan biri...