Ağaç
Yazar: Ali ErcivanHayatınızın merkezindeki insanı kaybetmek her zaman zordur. Bir çocuğun babasını veya bir kadının kocasını kaybetmesi. Bu acıyı geride bırakıp toparlanmak, hayata yeniden asılmak büyük bir mücadele gerektirir. Acıyla başa çıkmanın sık başvurulan bir yolu da ikamedir. Kimi insan, kaybettiğinin yerine bir şey koyar. Kendiliğinden veya kasten. Küçük bir kızın, ölen babasının ruhunun, evlerinin hemen yanındaki incir ağacına geçtiğine inanması gibi. Evlerini taşıyan kaidedir zaten bu devasa ağaç. Güvenilirdir. Rüzgar öyle oyunlar oynar ki yaprakları arasında, bir dalın üstünde otururken babanızın sizinle konuştuğuna inanabilirsiniz.
Ve bulaşıcı da olabilir bu ruh hali. Sevdiğiniz insanın, ölümünden sonra bile bir şekilde yakınınızda kaldığına, sizi gözetip kolladığına inanmayı istersiniz çünkü. O küçük kız çocuğunun annesi ve kardeşleri de inanır bu hayale içten içe. Ama hepsinin acıyla baş etmek için kendi yolları vardır. Büyük abi, evin erkeği rolünü üstlenir. Anne, uzun bir yas döneminin ardından, çalışarak ve yeni insanlarla tanışarak toparlanmayı dener. Fakat sevdikleri adamı unutmamak için bağlanmayı seçtikleri ağaç, giderek hayatlarına devam etmelerine engel olacak hale gelir.
Ağacı o kadar insanlaştırmışlardır ki gözlerinde, onunla ilgili her şey babanın tavırları gibi algılanmaya başlar. Çürüyen, kocaman bir dalın yatak odasının duvarını yıkacak biçimde devrilmesi, annenin yeni bir erkekle flört etmesine tepkidir sanki. Bu flört bir ilişkiye dönüştükçe, ağacın kökleri evin duvarlarını parçalayacak şekilde yayılmaya başlar. Ancak baba bize, koca evleri blok halinde yerlerinden alıp başka bölgelere taşıyan bir firmanın şoförü olarak tanıtılmıştır daha ilk kareden. Aile belki de yanlış yorumlar ağacın saldırganlığını. Belki de gitmelerini, geçmişi geride bırakıp hayatlarını yeniden şekillendirmelerini istemektedir baba.
Bütün bunlar, güzel bir film malzemesi. Başroldeki Charlotte Gainsbourg için de Antichrist sonrası terapi gibi olmuştur Ağaç (The Tree). Anlaşılır bir durum. Hatta şunu da anlarım: Kieslowski, Tavernier gibi usta sinemacıların asistanlığından gelen ve ilk filmi Since Otar Left ile büyük beğeni toplayan senarist/yönetmen Julie Bertuccelli, gayet şık bir işçilik ortaya koyarak kendini iyice ispat etmiş olabilir. Fakat güçlü bir sinema filmi yaratabileceği bu malzemeyi, neden steril bir Hallmark filmi kalıbının içine hapsettiğini, işte onu anlayamıyorum.
Ağaç, güvenli alanlar içinde, hiç risk almadan ilerleyen, fazlasıyla romantik bir film. Gittiği en uç nokta, ağacı küçük kız çocuğunun yaptığından bile daha fazla kişileştirmek, onu adeta dini bir figüre çevirmek. Zaten filmin uyarlandığı romanın ismine bakarsak (Our Father who Art in the Tree), bu da kitaptan yansıyan bir tavır. Ağacın bir dalına çivi çakılınca, tıpkı kan gibi sızan reçine örneğin... Çiğ fikirler bunlar.
Son Cannes Film Festivali'nin kapanış filmi olan Ağaç, aslında Fransız sineması adına da zayıf geçen bir seneyi simgeliyor bana kalırsa. Geçtiğimiz günlerde açıklanan César ödüllerinin adayları da aynı şeyi gösteriyor. Bütün ortalamalığı içinde bu filmin 3 adaylığa layık görülmüş olması (Kadın Oyuncu, Uyarlama Senaryo ve Özgün Müzik) hiç şaşırtıcı değil, tam da bu yüzden.
twitter: aliercivan