Hesabım
    Sex And The City 2
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    3,0
    Ortalama
    Sex And The City 2

    Sex and the City 2

    Yazar: Melis Zararsız

    Bilmeyen pek yoktur ama gene de baştan alalım. Sex and the City çılgınlığı, Candace Bushnell'ın aynı adlı romanından uyarlanan bir Amerikan TV dizisi olarak 1998'de başladı. New York'lu modern ve kariyer sahibi dört kadının dostluğunu baz alarak erkek kadın ilişkileri, moda, arkadaşlık, cinsellik, iş hayatı, evlilik gibi hayata dair bir çok konuya - tabii ki kadın gözlükleriyle- bakan bir diziydi ve yayınlandığı yaklaşık 17 ülkede milyonları kendine hayran bıraktı.

    Bu çılgınlığın beyazperdeye yansımasında geç bile kalındı: 2008'de dizinin devamı niteliğindeki film, aynı zamanda senaryoyu da yazan Michael Patrick King yönetmenliğinde sinemalardaydı. Dizinin hayranlarının gözleri kapalı akın ettiği film, toplamda 153 milyon dolarlık bir hasılat yaptı.

    Bu başarının ardından ikinci filmin gelmesi kaçınılmazdı, aynı yönetmen devam etti şovuna ve sonunda 11 Haziran'da film Türkiye'de vizyonda. Türkiye'de de filme ait hatırı sayılır bir kadın fanatik popülasyonu mevcut durumda, ne de olsa moda ve ilişkiler genelde kadınların ortak paydaları, yalan değil. Fakat kadınların bu diziyi ve sinema filmini sevmelerindeki bir başka sebebin, hikayedeki kadınların "özgürlükleri" olduğundan hiç şüphem yok. Bir kadın için özgürlük hala şu anlamlara gelebiliyor: cinselliğini istediği gibi yaşayabilmesi, parayı istediği gibi kullanabilmesi, aileden bağımsız hayatlar sürebilmesi vs vs... Sex and the City'nin dizilerinden iki sinema filmine kadar yaklaşımı her zaman bu dört kadının hayatlarındaki özgürlük seviyesinin son doyumunda olması üzerine kuruluydu zaten...

    İlk sinema filmi için iyi düşünülmüş olduğunu yazmıştım, diziyi izlememiş kişiler için kısa bir özetle başlaması filmin. Bu kez ise Carrie, bu dörtlünün nasıl oluştuğuna, 98 yılında ilk kez nasıl tanıştıklarına ve dost olduklarına bir selam çakıyor ve rüküş kılıklarla geçmişe çok kısa bir dönüş yaşatıyor. Şimdi ise üçü evli biri bekar dört olgun kadındır onlar New York sokaklarında... Carrie neredeyse tüm dizinin odaklandığı aşkıyla, Mr. Big ile evlenmiştir artık, mutludur, ama mutlu mudur? Elbette değildir. Burada Şrek Sonsuza Dek Mutlu'ya bir göz kırpalım. Kısaca şu: İnsanoğlu mükemmellik içinde bir sorun arar ve bu nankörlüğü ona pahalıya patlar. Ne var ki Carrie'ye pek pahalıya patladığını söyleyemeyiz, pahalıya patlayan herşey eşine patlıyor, "pahalı" kelimesinin gerçek anlamıyla. Carrie, muhteşem döşenmiş evinde, muhteşem yakışıklı eşiyle muhteşem elbiselerini dakikada bir değiştirirken, sıkıcı bir çift olmaktan korkuyor, eski günlerini özlüyor (bakınız Şrek) ve ilişkilerinde bir pırıltı eksikliği olduğunu düşünmeye başlıyor. Halbuki film, ışıltıdan geçilmiyor, adeta bir peri gelip bu dört şanslı kadının üzerine altın tozları serpmiş. Ama diyoruz ya, rahat batıyor. Rahat sadece ona batmıyor, Miranda, kendisini kadın olduğu için aşağılayan patronuna daha fazla dayanamayıp işi bırakıyor, Charlotte ise dadılı evinde iki çocuğuna bakarken sinir krizleri geçiriyor, dadının göğüslerinin kocasının dikkatini çekmesi de cabası! Hiç böyle dertleri olmayan seks düşkünü Samantha ise bir anda hepsini bu sefil(!) hayattan bir süreliğine uzaklaştıracak formülü söylüyor: İşi dolayısıyla gideceği Abu Dhabi'de mükemmel bir tatil!

    Bir giydiğini bir daha giymeyen, açık saçık, pırıl pırıl, modern ve iddialı dört kadın, Orta Doğu'ya gidiyor. Üstelik "mükemmel bir tatil" diyerek betimlemenin yetemeyeceği bir şekilde... Herkesin kendine ait odaları olan bir uçakta hurma yiyerek başlayan serüven, her bir bayan için tek tek ayarlanmış "limo"ları, her biri için tek tek tutulmuş erkek hizmetlileri ile artık ancak serap olabilecek bir yaşam halini alıyor. Sanki artık ipin ucu kaçıyor, sanki her saniye değişiyor artık elbiseler, şapkalar, takılar, saçlar, lüksün, rengin, şıkırtının haddi hesabı yok. Herşey bir rüya gibi, bir baloya bile giymeye kıyamayacağınız elbiseleri çöl kumunda üstüne basa basa giyiyor sevgili kokoşlarımız. Kısaca, filmde ihtişamdan, olanaktan, neredeyse narsizmden geçilmiyor diyebiliriz.

    Filmin yarısından çoğunun Orta Doğu'da geçmesi ve bu tezattaki ince espriler, kimi zaman eleştirel tutumlar da üzerinde durulası... Örneğin bir Yahudiyle evli olan Charlotte, otel sahibiyle tanışırken kendi soyadını söylemeyi tercih ediyor ve kızlara sessizce "burası Orta Doğu" diyor. Peçeli kadınları gören dörtlü, her bir patates yiyişte peçesini kaldıran kadına acıyarak bakıyor ve başımı örtebilirim ama peçe asla diyor. Espri ise, botoks yaptırmak zorunda kalmazdık diye şahlanıyor.

    Filmi ciddiye alacak olursak, narsizmin son noktası, tüketim toplumunun geldiği son nokta ve ahlaki değerlerin hiçe sayılışının en güzel örneği, izleyicinin asla özdeşlik kuramayacağı, uçuk ve hayal bir yaşam... gibi eleştiriler sıralayabiliriz. Ama bana kalırsa Sex and the City, tüm dizi bölümlerinde ve filmlerinde bu düşündürdüklerini düşündürdüğünün farkında bir tavır sergiliyor. "Aslında tüketim toplumuna sert bir eleştiri ve ahlaki değerlere bir gönderme" diyemem, diyeceğim şudur: bu film eğlencelik! Ve bir eğlenceliğin içinde ne kadar özgür olabiliyorsa o kadar özgür oluyor yönetmen/senarist. Kah kadınları Chanel kıyafetleriyle deveye bindiriyor, kah Orta Doğu'nun ortayerinde mini mini eteklerle: "evet ben seks yapıyorum ne var" diye bağırtıyor, kah şaşalı hayatlarındaki minicik problemleri kocaman dertlermiş gibi önümüze sunuyor. Sex and the City2, öncekiler gibi, gösterdiği şeyin farkında bir şov. Salyalarımız aka aka, rengarenk kumaşların içinde, "ah ah hayat bunlara güzel" diye diye izleyebiliriz, birşeycik olmaz.

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top