Ali Püsküllüoğlu'nun Türkçe Sözlük'ünde ‘anarşizm' maddesinin karşısında şöyle yazıyor: "Özel mülkiyeti toplumda baskı kaynağı ve devleti onun bir aracı olarak gören, bunların ortadan kalkmasıyla insanın özgürleşeceğini öne süren siyasal öğreti. Kargaşacılık." Bu tanımın sadece ‘kargaşacılık' boyutuna takılıp işin düşünsel boyutunu es geçtiğinizde (ki sıkça rastlanan bir durum), özellikle ülkemiz insanının ‘anarşist' kavramını ‘terörist'le eşdeğer tutmasının getirdiği bir önyargıyla baş başa kalırsınız. Oysa ‘politik felsefe'nin vazgeçilmez kavramlarından biri anarşizm ve çağlar boyunca birçok önemli düşünür ve siyaset adamının üzerine düşünüp fikirler ürettiği bir eğilim.
Genellikle Amerikan hükümetlerinin propagandalarıyla tıpkı komünizm gibi belli bir kalıp içine sokulmaya çalışılan ve toplumların hafızasına o şekilde enjekte edilen bu eğilim, devletin tek ve baskın güç olmasını savunanlarının da en büyük düşmanı kuşkusuz.
Anarşizmin müzik alanındaki en belirgin karşılığıysa, 1968'in getirdikleriyle beslenip 1970'lerin ortalarıyla 1980'lerin ortalarına kadar etkin olan ‘punk' akımı. ‘Pre-punk' grupların hazırlık hamleleriyle şekillenen, daha sonraysa Sex Pistols'ın başı çektiği önemli isimlerle bir bütüne ulaşan bu akım, sadece müzikal bir başkaldırı olarak değil, aynı zamanda bir yaşam biçimi olarak da etkin olur vaktiyle. Sex Pistols'ın özellikle "Anarchy in the U.K." ve "God Save the Queen" gibi şarkılarıyla biçimlendirdiği bu yaşam biçimi, ‘devlet' kavramını reddeden anarşizm öğretisiyle açıklar kendini. Bu yaklaşım, doğal olarak devletin bütün kurumlarını ve ‘kurulu düzen'in insanlara dayattıklarını alır karşısına, özgürleşmenin kapısının bu şekilde açılacağını savlar. Toplumda istenen karşılığın bulunamaması sonucunda sonraları yavaş yavaş kabuğuna çekilen, sadece müzik türü olarak varlığını sürdürebilen bu durum, anarşist müzisyenlerin de zamanla eriyip sisteme dahil olmasıyla etkisini yitirir. Marjinal bir çıkışın daha da marjinalleştirilerek silinmesi kaçınılmazlaşır. Rock müziğin başlangıçta yaşadığı devlet ve toplum baskısıysa punk üzerinde daha yoğun biçimde hissedilir ve bir düş olarak kalması sağlanır.
Bu uzun girişin ardından gelelim filmimiz Yaşamın Ritmi (Sound Of Noise)'ne... İsveç semalarından gelen bu çalışma, bir zamanlar punk aracılığıyla yapılanı deneysel elektronik müzik marifetiyle hatırlatma niyetinde görünüyor. Aslında hatırlatmadan ziyade bir ‘yeniden canlandırma' da diyebiliriz burada yapılmaya çalışılana. Hikâye, bizlere perküsyon üstadı bir grup müzisyenin, oluşturdukları grupla ‘kurulu düzen'i yerle bir etme çabalarını anlatıyor. Hem enstrümanları hem de besteleriyle deneyselliğin uç noktalarında gezinen bu müzisyenler, toplumsal yapının değişmez unsurlarını hedef alarak bir tür kargaşa yaratırlar. Sağlık sisteminin karşılığı olarak bir hastaneyi, ekonomik sistemin karşılığı olarak bir bankayı, kültürel sistemin karşılığı olarak bir konser salonunu ve nihayetinde de kentin altyapısını temsil eden elektrik tellerini kendilerine performans mekanı olarak seçerler. Her bir performans, müzikal derinliği ve etkisinden ziyade, toplumun temel taşlarını yıkmasa da sarsacak eylemler olarak kendini gösterir. Devreye bir polis dedektifinin girmesiyse işe polisiye bir boyut katar. Klasik müzikle haşır neşir bir ailenin üyesi olan bu dedektifin müzikle arası iyi değildir, çünkü müzik kulağı yoktur, yani bir anlamda ‘sağır'dır. Onun anarşist müzisyenleri kovalaması, bu takip sırasında grubun tek kadın üyesine karşı bir şeyler hissetmesi ve nihayetinde de müziğin bir şey söyleyebilmek için bir araç olduğunu görmesiyle farklı bir boyut kazanır bu polisiye müzikal serüven.
"Yaşamın Ritmi"ni tarif ederken ‘yeniden canlandırma' dememizin altında yatanları yeterince açıklıyor aslında bu hikâye. Punk'ın anarşist tavrının bir benzerini görüyoruz burada; punk müzisyenler gibi filmdeki grup da toplumu devletin kurumlarını reddetme konusunda uyarmaya çalışıyor, uyardığı toplumdan beklediği desteği göremiyor ama arkasında bir imza bırakmayı başarıyor. Filmin sonunda toplum tarafından tükürülüp hiçbir zaman yapmayacakları bir işe sıvanmalarıysa gene punk döneminin müzisyenlerinin yaşadığı asimilasyonu hatırlatıyor. Devlet ve toplum, hiçbir zaman izin vermiyor anarşist bakışı savununların güçlenmesine; ya kendi içinde eritiyor onları ya da tümden silip atıyor. Buradaki karakterlerin başına gelen de bu oluyor sonuçta. Ama geride bıraktıkları, en azından peşlerindeki dedektifin değişim/dönüşümüne baktığımızda, yadsınamaz bir etkinin de var olduğunu belgeliyor. Her etkinin bir karşılığı olacağı gerçeğini de sabitliyor bu durum.
Bu filmi bir ‘başkaldırı' gibi görmek mümkün, ama bu başkaldırının umutsuz bir debelenmeyi de işaret ettiği söylenebilir. Öte yandan anarşizmin yeni bir düzen kurmayı değil, var olan düzenin bir şekilde yıkılmasını öngördüğü düşünüldüğünde, bu umutsuzluğun önceden bilinen bir sonuç olduğu da açıktır. Devlet ve onun yönettiği toplumun kısıtları içinde özgürleşmek mümkün değilken, yeni bir sistem kurmak da anlamsızdır. Sistemsizliğe giden yolu açmaktır mesele...