Luhrmann'dan 'Muhteşem' bir 'Gatsby' uyarlaması...
Yazar: Melis ZararsızLisede İngilizce dersinde okumak zorunda olduğumuz edebiyat eserlerinden üç roman beni çok çok etkilemiştir: Lord of The Flies, Rebecca ve The Great Gatsby. İlerki yıllarda, kendi edebi okuma seçimlerimi yaparken bu romanlara tekrar tekrar geri dönmüşlüğüm vardır.
Bu üç romanın da sinema adaptasyonlarının olması şahsım adına bir tesadüf olmasa gerek. Lord of the Flies’ın film adaptasyonunu lisede izlettiklerini hatırlıyorum, The Great Gatsby’nin 1974 yapımı filmine ise televizyonda rastlamış, romanı ezbere bilen 20’lerinde bir genç olarak ağzım açık, cümleleri tekrarlaya tekrarlaya izlemiştim. Daisy’nin alay edercesine söylediğini derste defalarca vurguladığımız: “I’m paralyzed with happiness” cümlesinin vücut bulmuş halini izleyebiliyor olmak, o zamanki bana yetmişti, sinemasal anlamda değerlendirmemiştim açıkçası.
Günlerden Çarşamba, yıllardan 2013, konumlardan Cannes. Festivalin açılış filmi Muhteşem Gatsby (The Great Gatsby). 2012 yapımı, 3D bir Baz Luhrmann harikasından bahsediyoruz bu kez. 3D sevmeyen biri olarak önce bu filmde 3D’nin ehemmiyeti (?) hakkında bir-iki kelam edip onu hemen aradan çıkarayım. Her şeyden önce şu gözlük meselesine cidden alışamadım. Aslında sadece 3D için yapılmış aksiyon filmlerindense bu tarz filmlerin sadece belirli sahneler için, sebebi belli bir derinlik adına 3D yapılmalarını daha çok takdir ediyor ve tercih ediyorum. Fakat öte yandan yorucu 3D deneyiminin sadece 3-4 derinlikli sahne için kullanılması bir o kadar da gereksiz oluyor… Muhteşem Gatsby’de 3D’nin mekanlar, yağan kar, yazılan mektupların, söylenen sözlerin kar taneleri gibi havada uçuşan kelimelere dönüşmesi ve bunun gibi farklı bazı sahnelerde etkileyici olmadığını söylemek güç. Yine de 3D olmayan Luhrmann imzalı bir Muhteşem Gatsby, etkisinden hiçbir şey kaybetmiş olmaz.
Romandan yola çıkarak hikayeye bakmak gerekirse, Carraway isimli bir karakterin ağzından dinlemekteyiz olan biteni. Borsacı bir genç olan Carraway, Amerika Long Island tarafında bir ev tutar, böylelikle birkaç yıl önce evlenmiş olan kuzeni Daisy’i de daha sık görecektir. Bir de gizemli komşusu Gatsby vardır ki tüm çevresi ondan bahsetmektedir. Sahi, kimdir bu Gatsby? Bir katil? Oxford’lu bir centilmen? Zengin bir işadamı? Yalnız bir zavallı? Carraway kendi başına gelenleri anlatmaktadır ve fakat kendisi bu hikayede oldukça pasif bir karakterdir. Olan bitene şahit olan, olayları gözlemleyen ve betimleyen yapısından dolayı hikaye zaten sinemasallaştırmaya çok çok yatkın. Zira sinema, içinde gözlem ve gözetlemeyi de barındıran bir sanat. Çoğunlukla filmlerde hikayeyle seyirci arasına kimse girmez, gözleyen birebir biz oluruz ve gözümüzün önünde başka insanların hayatlarında birtakım olaylar cereyan eder. Romanın hikayesinde ise bize olayları kendi ağzından anlatan kişi zaten adeta kendi hayatında bir film izlemektedir. Kuzeni Daisy’nin evliliğindeki sıkıntılara, aldatılmasına, Gatsby denen gizemli kişinin varlığına, Gatsby ile Daisy’nin arasındaki gizemli bağa, tüm bunlara şahit olmakta ve dayanamayıp aktarmaktadır sadece. 1920’lerin Amerikasını, o “jazz age” denilen şaşa dolu zamanı da anlatışıyla Fitzgerald gerçekten de “neden sinemaya uyarlanmasın ki” dedirtecek bir roman yazmıştır. Gerisi ise bunu ele alacak yönetmenin ve belki de tüm ekibin yaratıcılığına, kitabı doğru “okuma”, doğru “görme”, doğru “gösterme” yeteneklerine kalmıştır. Baz Luhrmann bu konuda biçilmiş kaftandır diyebilir miyiz? Son filmi Kırmızı Değirmen (Moulin Rouge!) olan bir yönetmenden bahsediyoruz.
Hayalgücünün, hikaye anlatımının başarısından emin olduğumuz, görsel anlamda bizi besleyeceğinden şüphe duymadığımız bir yönetmene emanet Muhteşem Gatsby. İyi ki de öyle. O şaşalı dönemi daha renkli, daha eğlenceli, daha pastel, daha karnavalesk bir şekilde anlatabilecek yönetmen var mıdır tartışılır. Müzik filmdeki karakterlerden biriydi diyecek kadar farklı bir yönetmen. Dönemi yansıtması adına dekor ve kostümlerin başarısını teslim etmeden geçmek de olmaz. Görsel bir şölene hazırlıklı olun.
Romanda seçilen kelimeler o kadar lezzetlidir ki, kitabı sesli okumak, o kelimeleri ağzınızda yuvarlamak istersiniz. Yönetmen bunun farkında olsa gerek, kitabın kelimelerine sadık kalmak istemiş ve bunun için de romanda Carraway’in biz okuyucuyla paylaştığı cümleleri, Carraway bir psikoloğa anlatıyormuş gibi senaryolaştırmış, bence çok akıllıca!
Roman yazıldığı günden bu yana Amerikan Rüyası’nın gerçekleşememesi, Amerika’nın o dönem içinden geçtiği buhranı anlatan, çerçevesini de bir aşk hikayesi üzerinden yapan bir roman olarak anılmıştır. Filmde elbette aşk hikayesi daha önde, Amerika’nın içinden geçtiği kayıp dönem ise fon olarak filme eşlik ediyor. Fakat bu filmi çok da düşüren bir durum değil, zira bu herhangi bir aşk hikayesi değil. Gatsby ve Daisy’nin aşkına ucundan köşesinden bulaşan herkesin karakter analizlerinin yapıldığı bir hikaye bu adeta, Carraway’in Gatsby’e düşkünlüğü üzerine bir karakter analizi de yapabilirsiniz, Daisy’nin kocasının yaşadıkları üzerinden de, ve hatta Gatsby’nin yanında çalışanlara kadar… Kitapta hal zaten böyleyken filmin de kitabın bu gücünü çok iyi kullanmış olması bir artı. Leonardo DiCaprio’nun bu anlamda harikalar yarattığını söylemek gerek. Bu denli göz önünde ve popüler bir oyuncu olarak Gatsby gibi karmaşık ve değerli bir karakteri bu denli kendini unutturarak, Gatsby’i gerçekten hayata geçirerek canlandırabilmesi, gerçekten büyük başarı. O saplantılı aşkına inanmamanız imkansız!
Kitaba kelimelerine kadar sadık kalsa da, romanı okurken hissettiğiniz nüktelerden, bazı ince noktalardan pek eser yok filmde, fazla net, ne gösteriyorsa onu demek isteyen, yan anlamlara ihtiyaç duymayan bir film olmuş. Fazla renkli, şaşalı ve ünlü isimleri biraraya getiren bir yapım olması, 1920’lerde yazılmış ve sistemi eleştiren değerli bir edebiyat eseri olan romanın yanında ciddiye alınmamasını sağlayabilir. Bu kadar irdelemezsek ise başarılı bir yapım olarak sinemalarda yerini alıyor, gözlerimiz bu karnaval havasının içinde adeta bayram ediyor!