Hesabım
    Danimarkalı Kız
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    3,0
    Ortalama
    Danimarkalı Kız

    'Hissedilen kimlikler' üzerine sinema tarihine bir miras...

    Yazar: Murat Özer

    ‘Olmak’tan ziyade ‘hissetmek’ önemli hayatlarımızda, nasıl olduğumuz değil nasıl hissettiğimiz ‘belirleyici’ çoğu zaman. Cinsiyet de, evet büyük oranda ‘doğuştan’ alnımıza yazılmış gibi görünse de, asıl bunu ‘anlamlı’ kılan bize içeriden seslenen ‘kimlik’ oluyor. Beşinci filmini çeken İngiliz sinemacı Tom Hooper da “Danimarkalı Kız”da (The Danish Girl) bu resme katkıda bulunan bir iş çıkarıyor. Her toplumda, özellikle de bizim gibi ‘ilerleyememiş’ (ilerlemeyi reddeden) toplumlarda itilip kakılan ve hatta öldürülen (öldürülmesi kabul gören) trans bireylerin köklerine/yazgısına dikkat çekiyor bu çalışma. Cinsiyet değiştirme, daha doğrusu ‘gerçek kimliğine kavuşma’ ameliyatlarının da ilk adımlarına uzanıyor film, bir kilometre taşının üzerinde yükseliyor.

    Hikâyemiz 1926 yılında başlıyor... Danimarkalı evli ressam çift Einar ve Gerda Wegener (Eddie Redmayne ve Alicia Vikander), ‘sevgi dolu’ ilişkilerini bir ‘oyun’la adeta test ediyorlar bu hikâyede. Einar’ın kadın giysilerini üzerine geçirdiği bu oyun, kısa süre içinde genç ressamın ‘içindeki ses’i dinleyip gerçek kimliğine, yani ‘oyun ismi’ olan Lili Elbe’ye doğru koşmasını sağlıyor. Sınıfsal avantajların da yardımıyla bir ‘kabul’ görüyor belki Lili, ama toplumun genelinden ‘saklanmak’ her zaman olduğu gibi kaçınılmazlaşıyor. Karısı Gerda’nın sevgisiyle ayakta duruyor, içinde yaşadığı ‘çatışma’yla mücadele etmeye çalışıyor Lili. ‘Kadın olduğunu bilmek’ yetmiyor bir süre sonra, gerçekten ‘kadın’ olmak istiyor. Ve Einar’ın içindeki Lili’yi su yüzüne çıkarmak için ameliyat masasına yatmayı göze alıyor, olanca tehlikesiyle birlikte...

    Danimarkalı çift Einar ve Gerda Wegener’in gerçek hikâyelerinden esinlenen, 2000 tarihli David Ebershoff imzalı aynı adlı romandan uyarlanan “Danimarkalı Kız”, romanda olduğu gibi gerçeği eğip büküyor bir miktar, ama meselenin temelinden uzaklaşmıyor. Böylece, tarihsel bir gerçekliği bugünün bilgileriyle okumamızın da önünü açıyor. Trans olmanın bireyin sırtına bindirdiği yükü görünür kılıyor, her ne kadar ‘romantik’ bir çerçeve çizse de. Daha gerçekçi bir yaklaşım getirse ve meselenin romantizminden biraz olsun uzaklaşabilseydi film, belki böylesi bir ‘popülerlik’e ulaşamayacaktı ama ‘gerçeğin aynası’ kimliğiyle sinema tarihindeki yerini alacaktı. Burada yapılanı tu kaka etmek için söylemiyoruz bunları, tercihin çeşitlenebileceğini vurgulamaya çalışıyoruz sadece. Yoksa, Tom Hooper’ın filmi de meseleye dikkat çekmeyi başarıyor, yaşamsal bir konunun dehlizlerinde gezinmemizi sağlıyor. Özellikle ‘ilk’ olmanın avantajını iyi kullanıyor film, bir ‘hissediş’e taşıyor bizi, sürekli kapalı kalması tercih edilen örtüyü kaldırıp ötesine bakmamıza izin veriyor.

    Tom Hooper’ın belirgin biçimde ağır aksak bir anlatım tutturması, “Danimarkalı Kız”ın etkisini azaltıyor kuşkusuz. Yönetmen, aşırı romantize ettiği hikâyeyi gerçeklikten koparıp ‘masal’ formuna yaklaştırıyor. Tabii ki bu bir masal değil ve finalde de bunu trajik bir biçimde öğreniyoruz, ama o noktaya gelene kadar yaşananları ‘içe bakan’ bir yolla aktarmıyor sinemacı, ‘umut’la yoluna devam eden Lili’nin ‘peri masalı’ misali dönüşümüne harcıyor enerjisini. Allahtan ki, bu noktada Eddie Redmayne denen ‘ilahi güzellik’ giriyor devreye ve her haliyle alıp götürüyor filmi. Muhtemelen arka arkaya ikinci Oscar’ını alamayacak, Leonardo DiCaprio’nun kendini aşırı hırpalayışına kurban gidecek Redmayne’in performansı, ama sinema tarihinde hak ettiği yeri kapacağından eminiz. Yeni neslin yükselen değerlerinden Alicia Vikander de Gerda Wegener kompozisyonuyla Oscar adaylığının boşa harcanmış bir tercih olmadığını gösteriyor, ki Redmayne’in meşalesini onun performansı taşıyor biraz da. Birbirlerini iyi bütünlüyorlar anlayacağınız. Oyunculuklardaki zayıf halkanın beklenmedik bir biçimde Matthias Schoenaerts olduğunuysa söylememiz gerek. Aktör, bir tür ‘katalizör’ işlevi görmesi gereken karakterini seyirciye kabul ettirmekte zorlanıyor, yüzeysel bir tondan kurtaramıyor onu.

    Ezcümle, “Danimarkalı Kız”ı meselesine yaklaşımıyla değilse de onu su yüzüne çıkarma iştahıyla sevdiğimizi söyleyebiliriz. Trans bireylerin hislerine tercüman olup olmadığını bilemiyoruz, umuyoruz ki bir nebze olsun başarmıştır bunu. ‘Trajedi’ gerçekten görünür kılındığında toplum tarafından da algılanabilir bir ‘acı’ya dönüşür zira. Öbür türlüsü, bir nefes alıp vermek kadar kısa süreli bir etki yaratacaktır...<

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top