Tek Başına Bir Adam
Yazar: Mert YeniciTanıyanların ismine moda dergilerinden aşina olduğu tasarımcı Tom Ford, tasarladığı güneş gözlükleriyle bakışları yeterince kapatmış olduğunu düşünüyor olacak ki Christopher Isherwood'un aynı isimli romanından uyarladığı filmde, karakterlerinin bakışlarındaki parıltıya, gözlerindeki derinliğe ve hüzne odaklıyor kamerasını. Doğrusu ilk filmini çeken bir modacıya göre hem teknik hem anlatım olarak fazlasıyla profesyonel bir iş çıkarıyor. Tıpkı Gucci'ye yaptığı gibi Isherwood'un "Tek Başına Bir Adam" romanını da bir basamak yukarı taşıyor dersek abartmış olmayız.
Hikâyemizin kahramanı George, 52 yaşında bir üniversite profesörü. Henüz eşcinselliğin toplumda görünür hale gelmediği (şu anda da ne kadar görünür olduğu tartışılır) 50'li yıllarda sevgilisi Jim ile beraber California'da yaşıyormuş, ancak bizim onunla tanışmamızdan aylar önce hayat arkadaşını bir trafik kazasında kaybetmiş. Her sabah uyandığında mutlu ve enerjik olmayı başarabilen sevgilisinin aksine, uyanmanın bir işkence olduğundan bahseden ve kalktığında insanların tanıdığı kişi haline dönüşmesinin vakit aldığını söyleyen George için onsuz geçen her gün, ayrı bir yük olmaya, geçirilmesi gereken anlamsız bir saatler bütünü haline gelmeye başlamış. Onu en çok üzen şey "tek başına bir adam" olmak değil de, hayatla tek başına mücadele etmesi gerektiği gerçeğiyle başbaşa kalmış olması sanki. Ama karar vermiş, "o gün" farklı olacak. Çekmeceden çıkarıp silahını koyduğu çalışma masasınınki gibi bir düzen içinde o akşam son verecek hayatına.
Tom Ford, anlattığı öyküyü nasıl ilgi çekici kılabileceğini iyi biliyor. Modacı kimliğini göz önüne alırsak kendisinin bize böylesine estetize görüntüler sunmuş olması son derece anlaşılabilir bir durum. Mekân, renk, makyaj ve kıyafet kullanımındaki fazlasıyla estetik tadın filme bir noktada moda çekimi havası verdiği bir gerçek, ancak Tom Ford'un tüm bunları bir gösteriş kaygısı güderek, yalnızca anlattığı hikâyenin göze hoş gelmesini sağlamak için yaptığını söylemek yanlış olur. Romandan sinemaya uyarlanan filmlerin temel problemi, bir karakterin iç dünyasıyla ilgili bilgi veren ve onlarca cümleyle anlatılan tasvirleri görsel olarak dillendirmeyi becerememeleri oluyor. Fakat Ford, Tek Başına Bir Adamda bilhassa George'un ruh haline hizmet eden renk kullanımı sayesinde karakterin duygu yoğunluğunu anlamamıza olanak sağlayan bir araca dönüştürmüş sinematografiyi. Üstüne bir de Abel Korzeniowski'nin eşsiz müziği eklenince George'un hayatının aşkını kaybetmesinin verdiği üzüntü ve acıyı izletmekle yetinmiyor Ford, ruhunuza işlemesini sağlıyor.
Yönetmenin tüm anlatım becerisi ve oyuncu yönetimi bir yana, Colin Firth, George'u görünürde inanılmaz bir sakinlikle, durulukla, sadelikle oynarken aslında derinlerde yaşadığı fırtınaları, karmaşayı, sessiz haykırışlarını da çaktırmadan, konuşmadan yavaş yavaş vermesini iyi biliyor. Bir gün içinde yaşattığı karakterini, bozmadan, aynı derinlikle, aynı kalitede sunuyor Firth. Orta yaşın biraz altındaki kadınların hayallerini süsleyen İngiliz filmlerinin romantik erkeği statüsüne erişebilmek için Hugh Grant'i egale ettiğinde, romantik/komedilerden ziyade oyunculuğunu konuşturabileceği, kendisine daha geniş alan, daha geniş karakterler sunan filmlerde oynaması gerektiğini ilk etapta ne kendisi ne de menajeri fark edemedi sanırım. Böyle bir potansiyelin bunca zaman çarçur edilmemesi gerektiğinde herkes hemfikirdir herhalde.
George'a en dibe vurduğu anda bir umut veren, geçmişini, bugününü ve geleceğini değerlendirmesini sağlayan genç öğrencisi rolünde genel olarak "Skins" dizisiyle tanınan Nicholas Hoult, açıkçası hiç de fena destek olmuyor Firth'e. Ölen sevgilisi Jim rolünde Matthew Goode'un da aşklarının inandırıcılığına olan katkısı yadsınamaz. İkisi arasındaki uyumu gördüğümüz flashback'lerden sonra neden George'un arkasından böyle sessiz ve derin bir ağıt yaktığını daha iyi anlıyoruz. Ancak filmin tek "yarım kalan aşk" öyküsü onlarınki değil. Eşcinsel temalı aşk hikâyelerinin hepsinin bir yerine kalbi kırık bir kadın hikâyesi de siniyor sanki. Her ne kadar çok iyi incelendiğini düşünmesem de Ferzan Özpetek'in son filmi "Serseri Mayınlar"da da gay olduğunu bilmesine rağmen umutsuz bir aşk besleyen Alba'nın öyküsüyle "Tek Başına Bir Adam"ın Charley'si arasında rahatlıkla benzerlik kurmak mümkün. Fakat Isherwood ve Ford'un derinlikli kalemleri ve Julianne Moore'un tüm umutsuzluğu, çaresizliği, yalnızlığına rağmen gözümüzde asla küçülmesine izin vermediği "ince" performansı sayesinde Charley, Özpetek'in karakterinin çok ötesinde, çok boyutlu bir karaktere dönüşüyor.
Yine de ufak bir olumsuz detay olarak, bu bir sosyal sorumluluk projesi ya da Amerikan toplumunda cinselliği irdeleyen bir yapım değil en nihayetinde ancak 50-60'ların tutucu ve gergin Amerika'sında geçen bir öyküde eşcinselliğin toplumda görünürlüğüne/görünmezliğine dair biraz daha fazla detay bulacağımı umuyordum ben sanki. Ama Ford'un derdi eşcinselliğin toplum nezdinde algılanışı biçimi değil de aşkın cinsiyetsizliğine, yaşama ve ölüme dair bir şeyler söylemek olduğu için ufak eleştirimin çok da kayda değer bir yanı yok esasen. Onu da ziyadesiyle başarıyor zaten.
İlk çalışması kusursuz değil Tom Ford'un elbette, belki yer yer fazlasıyla stilize olması hakkında birkaç kelam edilebilir ama şu bir gerçek ki; yaşamla ölüm arasındaki ince çizgiyi ancak bir tasarımcı bu kadar güzel görselleştirebilirdi. Gucci'yi kurtardı, dünya markası oldu, uyarladığı romanın hakkını fazlasıyla vererek leziz bir ilk film çekti. İnsan sormadan edemiyor daha ne yapacak acaba diye...