Polisiye-Gerilime Yelken Açtık...
Yazar: Ertan TunçBeyza'nın Kadınları ve Gen; Türk Sineması'nda yeni bir "tür"ün, gizem dolu polisiye-gerilimin kapısını aralama cesaretini göstermeleri bakımından önemliler. Sinemamızın yeni türler denemeye yönelik girişimleri ve sektörün içinde bulunduğu kısır döngüyü kırma çabaları, en azından oyuncularımızı görmeye alışık olmadığımız rollerde seyretme şansını bizlere tanıdığı için tecrübe edilmeyi hak ediyorlar.
Tabii söz konusu olan türler; western gibi, gerçeküstü korku ve dehşet filmleri gibi ya da müzikaller gibi, bizim kültürümüze ait olmayan bir yerde duruyorlarsa kaçınılmaz olarak komedi öğesi haline gelirler ama polisiye-gerilim türü bize artık uzak değil. Uzak değil, çünkü polisiye-gerilim her şeyden önce şehirleşmeyle, kültürel birikimle ve makro klostrofobiyle ilintili bir olgudur. Poe'da genellikle bir "şato"yu kendine mekân edinen polisiye olaylar, Doyle'da bir mâlikânede ortaya çıkar. Zincirleme cinâî hadiselerin, bilhassa seri-katil mefhumunun ortaya çıkışında, sırasıyla, temel içgüdüler, psikolojik rahatsızlıklar, sınıfsal çatışma ve kentlileşme rol oynamaktadır. Özellikle İstanbul indinde, Türkiye'nin bu huzursuzluk verici olguyla yavaş yavaş tanışmaya başladığına dair haberler çoktan gelmeye başladı. Bu durumda Gen'in, Türkiye'de geçen bir seri-katil filmi olmasının şaşırılacak ve yanlış bulunacak bir yönü yok, önemli olan filmin nasıl bir hikayeye sahip olduğu ve onu nasıl anlattığı.
Gen; korku türünün tecrit, şüpheli karakter, karanlık, sis ve kapalı mekan öğelerini kullanıyor. Mekânı zaten tekinsizlik yaratan dağ başındaki bir akıl hastanesi. Heyelân oluyor dönüş yolu kapanıyor, sabit telefonlarla hastane dışına ulaşmak imkansız, bu da yetmezmiş gibi cep telefonları çekmiyor, gece oluyor üstelik acayip sis var, elektrikler gidip geliyor ve vahşi cinayetler başlıyor. Kulağa klişe yumağı gibi gelmesine rağmen yine de böyle bir hikayenin gerilim yaratmaması olanaksız, bu bakımdan Gen'in amacına ulaşması çok kolay oluyor. Rutkay'ın, Okur'un ve Gökgöz'ün inandırıcı performanslarının da başarıda payı büyük.
Seyircisinden cinayet bulmacasını çözmesini talep eden film, ilk yarısında hiç açık vermiyor, ikinci yarısından itibaren karakterlerin dudaklarından dökülen sözcükleri dikkatle takip edenlerin kimliği deşifre etmeleri mümkün, ama Gen'in sona sakladığı bir sürprizi daha var. Hem de genç bir yönetmenden beklenmedik ölçüde karamsar ve güzel bir sürpriz.
Gen'i; küçük kurgusal aksamalarına, cinayet sahnelerinde yanlış "plan"larına, finalindeki usdışı çıkarsamalarına ve izleyiciyi yanıltmak için kullandığı belden aşağı vuran hilelere rağmen sevdim. Cinayetlerin gerekçelerinden mi, Jay Jay Johanson'un "So Tell the Girls That I Am Back in Town"ından mı, akıl hastanelerine (ve dolaylı olarak da huzurevlerine) getirdiği eleştiriden mi, Şahan'ın canlandırdığı karakterin Doğa'nın canlandırdığı psikiyatrisin babası olma olasılığından mı bilmiyorum ama sevdim.
Sevmediğim şey ise filmin art-niyetli promosyon yöntemi. Yok tecavüz sahnesinde neler olup bitmiş, yok "biz bu alandaki en iyi filmiz" türünden tartışma yaratmayı amaçlayan sözlere, sanat camiasından kim ne demiş. Dabbe'ye göre filmin konumu neymiş, Beyza'nın Kadınları'na göre neymiş. Peki filmde yüzü hiç gözükmeyen, hiçbir repliği de olmayan hani göbeği olmasa tanıyamayacağımız Şahan Gökbakar'ın kampanyanın başını çekmesi de neyin nesi?
Kabul edelim; eğer abisi bu denli popüler olmasaydı 21 yaşındaki Togan Gökbakar'a değil bir milyon dolar, bin dolar bile emanet eden olmazdı. Peki Şahan bu kadar popüler (ve başarılı) oldu da fena mı oldu? Hayır! Türk Sineması; eğer bir terslik olmazsa 40-50 yıl daha kendisine emek verecek yeni bir yönetmen kazanmış oldu. Reklamlarla, dizilerle, programlarla, polemiklerle belirli bir noktadan sonra tiksinti veren popülarite olgusu, genç bir yönetmenin sektöre başarılı ve onurlu bir giriş yapmasına ön ayak oldu.