Soul Kitchen
Yazar: Murat ÖzerFatih Akın'ın 'bildiği' sulara döndüğünü duyunca sevinmiştik. Önceki filmi "Yaşamın Kıyısında"yla 'problem'i doruğa taşıma hamlesine girişmiş, ancak 'melez' bir sonuçla baş başa kalmıştı, yani ne oraya ne de buraya ait bir hikaye olmuştu oradaki. Oysa "Soul Kitchen"la en iyi bildiği çevreyi ve insanları anlatmaya sıvanmıştı. Sonuçta ne kadar 'kötü' olabilirdi ki Akın'ın bu denemesi! Özümsemiş olduğu bir 'kültür'ün yansıması olacaktı gördüklerimiz, ya da biz öyle sanıyorduk!
"Soul Kitchen"ı izlerken, başlarda düşündüğümüz gibi yapının kurulduğunu gördük; Akın'ın doğup büyüdüğü Hamburg'da geçiyordu öykü, bebeklikten bu yana kankası olan Adam Bousdoukus'la birlikte yazmıştı senaryoyu, başrolü de ona vermiş, hatta diğer rollerde de 'tanıdık' isimlere bel bağlamıştı. Yani 'başarısız' olması için bir neden yokmuş gibi görünüyordu.
Peki film bu 'etkileşim'i beyazperdeye tam olarak taşıyor muydu? Bu soruya 'evet' cevabını vermek oldukça zor, zira Akın'ın onca 'avantaj'a karşılık hikâye konusunda pek de çalışılmamış bir projeye giriştiğini gördük. Filme adını veren restoranın çevresinde gelişen ve araya biraz da romantik komedi sosu eklenmiş bir yapı karşıladı bizi "Soul Kitchen"da. Belki hikâyenin temel taşı, yani restoran hakkında bizleri yeterince 'ikna' edebilseydi senarist-yönetmen, filmin 'serbest vezin' atmosferine kendimizi kaptırıp gidebilirdik. Ama baş karakterin her şeyi terk edebilecek kadar bağlandığı restoran, bu anlamda bizi aynı oranda bağlayamadı kendine. Bir 'idealist'in hiçbir göstergesine sahip değildi baş karakter Zinos. Hikâyenin kendisine ait olmasıyla belli bir motivasyon içinde olduğunu gözlemlediğimiz Adam Bousdoukos, filmi baştan sona sırtlayıp götürmek gibi zor bir işin altına da girmiş görünüyordu, ki bu 'işlev'i yerine getiremediği de apaçık ortadaydı. Onun çevresine kümelenen diğer karakterlerin yeterince etkin olamaması ise onu iyice yalnız bırakıyordu. Bir miktar da olsa, 'yasa dışı' kardeşini oynayan Moritz Bleibtreu ona destek atıyordu, gerisinin esamesi bile okunmuyordu.
Fatih Akın, ilk filmi "Kısa ve Acısız"dan bu yana Avrupa sinemasının sahiplendiği, 'yeni bir soluk' tanımlamasına uygun tavrı ve tarzıyla umut veren bir sinemacı. "Duvara Karşı"yla zirvesini yaşayan sineması, 'kimlik' problemi üzerinden yürüyen yapısıyla 'taze' bir unsur olarak Avrupa'da ses getiriyor, getirmeye de devam edecek kuşkusuz. "Soul Kitchen"la eğlenirken eğlendirmeyi amaçlayan sinemacı, belki yeterince eğleniyor ama iş eğlendirme kısmına gelince bir miktar tökezliyor. Eğlendirmeyi hikâyenin 'dağınıklığı'na emanet eden, böylece 'işleyen' bir mekanizmadan uzaklaşan yönetmen, bu dağınıklık içinden 'neşe topları' atıyor bizlere, ama çok azında tutturmayı başarıyor. Hâl böyle olunca, 'rastgele' bir yapıyla karşı karşıya kalıyoruz, hatta Akın'ın bizi yöneltmeye çalıştığı yerleri el yordamıyla bulmaya çalışıyoruz, ki bu da "Soul Kitchen" tadındaki bir film için en büyük handikaplardan birini getiriyor peşi sıra.
Hikâye anlatımında 'eşsiz' bir yanı olan Fatih Akın, "Soul Kitchen"daki başarısızlığının ardından terk edeceğimiz bir yönetmen değil kesinlikle. 'Yaratıcı' yönü son derece kuvvetli olan Akın, sonraki projesinde bunu unutturmayı başaracaktır kuşkusuz, ya da bir sonrakinde. Ama hiçbir zaman 'umut kesilecek' bir isim olmadığını bugüne kadarki performansıyla kanıtlamış bir sinemacı o. Enerjisi hiç tükenmeyecek gibi görünen Akın, bir türlü sevemediğimiz "Soul Kitchen"da bile ne denli 'potansiyelli' olduğunu hissettiriyor bizlere. Hele ki o son jenerikler yok mu, "Neredeydin bu vakte kadar?" dedirtiyor, keyfi son ana saklamış olduğu için serzenişte bulunuyoruz ona.
Filmin müziklerine de bir parantez açmakta yarar var... Zaman zaman hikâyenin vasatlığını kapayabilecek kadar sağlam bir müzik çalışması var filmde; göze hitap edemese de kulağa kusursuzca hitap ediyor "Soul Kitchen". Yönetmenin önceki filmlerinden de aşina olduğumuz bu özelliği, bu çalışmasının yetersizliğini bir nebze olsun unutturuyor, 'keyif arayışımız'a bir cevap bulabiliyoruz böylece...