Ay
Yazar: Ayşegül KesirliDuncan Jones'un ilk uzun metraj yönetmenlik denemesi olan Ay'ın hikayesinin önüne geçen en önemli ayrıntı hiç kuşkusuz ki Jones'un ünlü müzisyen David Bowie'nin oğlu olması. Bowie'nin Amerikalı top model Angela Bowie ile 1970 yılında yaptığı evlilikten doğan tek çocuğu olan Zowie Bowie (bugünkü bilinen adıyla Duncan Jones) çocukluk yılları boyunca Berlin, London, ve Vevey'de yaşamış. Beklenenin aksine oldukça 'normal' bir çocukluk geçirdiği sezilen Jones, üniversitede felsefe okumuş. Ardından Amerika'da doktora yapmaya başlamış. Fakat doktorasını yarıda bırakarak Londra Film Okulu'nda sinema eğitimi almaya karar vermiş. Bunun sonucunda da karşımıza yönetmen Duncan Jones olarak çıkmış.
Jones'un ilk uzun metraj filmi, hemen hemen her ilk film gibi oldukça kişisel aslında. Ya da en azından izleyenler için filmi sadece 2001: A Space Odyssey (1968), Solaris (1972) ve Blade Runner (1982) gibi bilimkurgu klasikleriyle The Shining (1980) filminin bir karışımı olarak düşünmek yerine kişisel bir boyuta taşımak daha eğlenceli bir düşünce trafiğine olanak tanıyor.
Hikaye süresince, 2001: A Space Odyssey'in setine benzer bir ortamda Gerty adında tekinsiz bir bilgisayarın mekanik konuşmasından başka bir ses ve gri kum tepeleri dışında bir manzara görmeden yaşayan Sam Bell'in gündelik hayatı, David Bowie'nin unutulmaz şarkısı Space Oddity'den bir sahne gibi ilerliyor. Nicolas Roeg'in kült filmi Dünyaya Düşen Adam'da (1976) yitip, gitmekte olan gezegenine su bulabilmek için dünyaya gelen insansı bir uzaylıyı canlandıran David Bowie gibi, Duncan Jones'un baş karakteri Sam de tüm gününü dünyaya enerji sağlamak için çalışarak geçiriyor.
Bütün bu özellikler yanyana konduğunda, Ay'ın bir yanıyla hep David Bowie'ye bağlanan ve içerisinde 1970'li ve 80'li yılların bilimkurgu filmlerine duyulan hayranlığı barındıran kişisel bir yapım olduğu hissediliyor. Filmin senaryosunun Duncan Jones'un kaleme aldığı bir kısa öyküden uyarlanmış olmasının da bu tezde payı büyük. Bununla birlikte, Ay'ın her dakikasında Jones'un aldığı felsefe eğitiminin izlerine rastlamak da mümkün. Film, süresi boyunca insan ve makine arasındaki ince ayrımı, melankoli hissini ve insanın hayatta kalabilmek için başka insanlara duyduğu ihtiyacı sorguluyor. Ay gezegeninin mitolojik ve mistik karakterinden yararlanarak "insanı insan yapan nedir?" sorusuna odaklanan Ay, aynı zamanda aile, ölüm ve kimlik gibi kavramlar üzerine de kafa yoruyor.
Bütün bu bahsedilen kavramlar, Duncan Jones'un etkilendiğini düşündüğümüz bilimkurgu klasiklerinde de uzun uzadıya sorgulanmış olsa da Ay'ı tüm bu çalışmalardan ayıran ve onu bütünüyle özgünleştiren tek bir özellik var; o da filmin adı geçen kavramları bugünün koşulları ve gelecek tasarımı üzerinden inceleyerek yepyeni bir işçi profili yaratması.
Lunar Şirketi ile imzaladığı üç yıllık kontrat gereği, görev süresi boyunca Ay'da bulunan helüm-3 maddesinin hasadı ve dünyaya gönderiminden sorumlu olan Sam Bell'in tam bir zamane işçisi olduğunu söyleyebiliriz. Etrafını donatan teknolojik aygıtlar ve muhakeme yeteneğine sahip bir bilgisayar ile çalışmalarını bedensel güç harcamadan yürüten Sam, günümüzün çalışma koşullarının insanların kendi bedenleriyle ilişkisine nasıl ket vurduğunu, sanal alemde yürütülen çalışmaların insanları nasıl yalnızlaştırdığını ve elle tutulamayan ürünler ortaya koymanın verdiği melankoli duygusunu başarıyla yansıtıyor. Bu tür mesleklerde, çalışmayı yürüten kişinin, işin sürdürülebilirliğinde hiçbir etkisinin olmaması, iş ile hiçbir zihinsel bağ kurmaması ve her an yenisiyle değiştirilebilir olması da Ay'da etkileyici bir biçimde vurgulanıyor.
Filmde, Duncan Jones'un kullanmayı tercih ettiği minimalist set tasarımları ve mat renkler hikayenin tüm felsefi altyapısını desteklercesine izleyenlerin donuk ve tepkisiz bir ruh haline sürüklenmesine de sebep oluyor. Bu ruh hali sayesinde izleyiciler öncelikle Sam Bell karakterinin soğukkanlılığı ve otomatikleşmiş gündelik hayatı ile özdeşleşme olanağı buluyorlar; ardındansa her gün değişen ve gündelik yaşamı bilimkurgusallaştıran teknoloji aygıtlarının kendi hayatlarına yaptığı canavarca müdahaleye karşı takındıkları tepkisiz tavrı yeniden üretiyorlar.
Tüm bu nedenlerden dolayı Duncan Jones'un ilk yönetmenlik denemesi olan Ay, düşündürücü alt metinleri ve kuvvetli görselliğinin de etkisiyle izlenmeye değer bir filme dönüşüyor. Sam Rockwell'in filmin genel ruh hali ve arka planıyla birebir uyum sağlayan, uyurgezer performansının da filmin başarısına olan katkısı oldukça etkili. Anlaşılan o ki, Duncan Jones ilk yönetmenlik denemesinde bizleri babası David Bowie'nin baskın mevcudiyetinin peşinden sürüklese de, kariyerinin geri kalanında kendi ayakları üzerinde durabilecek nitelikte bir sinemacı ve bu duruşu sayesinde de gelecek çalışmaları merakla beklenen başarılı bir yönetmen olmaya aday.