İntikam Peşinde
Yazar: Serdar KökçeoğluMel Gibson kamera önüne geri dönmüş. Son dönemde epik kıyamet hikayeleri peşindeki yönetmen Mel Gibson, neredeyse İşaretler’den beri kalıcı bir işe imza atmayan oyuncu Mel Gibson’ı gölgede bırakmaya başlamıştı. Yönetmenliği söz konusu olduğunda; 'Tutku:Hz. İsa’nın Çilesi' ile dini kablo kanallarının gözde yönetmeni olacağını hissettiren Gibson, 'Apokalipto' ile insanlık deneyiminin karanlık bir köşesine uzanarak güçlü bir sinema duygusu ortaya koymuş ve sinema perdesindeki yerini hak etmişti. 'Casino Royale'in yönetmeni Martin Campbell’in çektiği 'İntikam Peşinde' için oyuncu Mel Gibson’ın dönüş filmi demek yanlış olmayacaktır.
Dünyada sadece bir kızı olan ve onunla ayrı şehirlerde uzak bir hayat yaşayan sessiz sakin bir polisin kızının cinayetine tanık olmasıyla açılıyor 'İntikam Peşinde'. Başlarda asıl hedefin kendisi olduğunu düşünüyor, fakat kızının çekmecesinde bir silah bulmasının ardından kızının staj yaptığı şirkette başını derde soktuğunu kavramaya başlıyor. Bu keşif ise onu hükümetle birlikte gizli kapaklı işler çeviren güçlü bir şirket ile karşı karşıya getiriyor. Dürüst olmanın tehlikeli olduğu, destek verenlerin acımasızca ortadan kaldırıldığı bir olayda yalnız kalıyor ve kızının intikamını almak için gözünü karartıyor.
'İntikam Peşinde' ile Mel Gibson’ın son akılda kalıcı 'İşaretler' arasında ana-baba-karakter açısından ilginç bir benzerlik var. 'İşaretler'in çocuklarını tek başına büyütmeye çalışan, yalnız baba karakterinin bir benzeri 'İntikam Peşinde'de de karşımıza çıkıyor. Bu defa Gibson beyazları artmış saçları ve hafiften ihtiyarlamaya başlamış yüzüyle daha çok emekli bir mali müşaviri andırıyor. Gibson’ın yalnız ve iddiasız bir babanın kahramana dönüşmesi hikayesini çok önemsediği belli. Burada da en büyük kavgaları ve çatışmaları beyninde yaşayan, sözcüklerini dışarıya düşünerek ve ancak gerekli olduğu zaman taşıyan içedönük bir polis olarak karşımıza çıkıyor. Bu nedenle 'İntikam Peşinde'nin hayal sahneleri artık bilinen bir klişe olmakla birlikte çok da yadırganmıyor, hatta finali de bağlıyor.
Martin Campbell’in filmi türün önemli örnekleri arasına girebilecek kadar orijinal değil. Fakat son dönemin aksiyonu yüksek, hikayesi ve karakterleri yerlerde sürünen polisiye/suç filmlerinden de değil. Belki 21. yüzyılın eğilimlerine ters düşüyor ama hikayesini sakin bir şekilde anlatarak karakterlerin derininde yatan çatışmaları hissetmemizi sağlıyor. Bir babanın çocuğunu kaybetmesi, derinleşen yalnızlığı (gömecek kimsenin olmaması detayı) ve tabii filmin meselesi olan dürüst kalabilme mevzusu filmin sakinliği içinde izleyicinin beyninde ses bulabiliyor.
Durgun sular derin olurmuş sözünü hatırlatan filmin, klasik bir polisiye olduğunu söyledik, fakat çağından tamamen kopuk olmadığını da eklemek gerek. Ağırkanlı ve hüzünlü polisimizin karşısına aldığı şirketin kirli çamaşırları savaş politikaları tasarlayan siyasetçilerin gizli çamaşırhanelerinde yıkanıyor. Haklı ve anlamlı eylemlere imza atan barışçı, çevreci örgütlerin zaman zaman şirketlerin çarkları arasına girebileceğini belirterek, kolayca iyi-kötü/kahraman-düşman ayrımı yapmamaya çalışıyor. Dürüst ve erdemli yaşamının insanı yalnızlığa ve hatta erkenden sonsuza kadar sürecek bir yalnızlığa sürükleyebileceğini hatırlatan küçük ama etkileyici bir deneme. Ve fakat kanlı bir kişisel hesaplaşmadan daha olgun ve köklü bir çözüm önerisi de sunamıyor.