Sibirya Ekspresi
Yazar: Ayşegül KesirliBrad Anderson'ın dördüncü uzun metraj filmi "Makinist," gerilim dolu öyküsü, ustaca kurgusu ve Christian Bale'in üstün performansı sayesinde izleyenlerin üzerinde yoğun bir etki bırakmıştı. Ancak kısa zamanda geniş bir hayran kitlesine kavuşan "Makinist"in seyredenler üzerine yarattığı bu etki, aslında yönetmen Brad Anderson'ı oldukça zor durumda bırakıyordu. Çünkü "Makinist"in Anderson'ın kariyerine damgasını vuran bir başyapıt gibi karşılanması, yönetmenin bir sonraki çalışmasından daha da çarpıcı bir performans beklenmesine neden oluyordu.
Bu şartlar altında Anderson'ın yeni projesinde "Makinist"te tutturduğu çizgiyi korumaktan ya da onu alt edecek bir filme imza atmaktan başka çaresi yoktu. Yoksa sonunun, "Donnie Darko" ile övgü yağmuruna tutulurken, "Kıyamet Öyküleri" ile yerin dibine batırılan Richard Kelly gibi olması işten bile değildi. İyi ki Brad Anderson karşımıza "Sibirya Ekspresi" gibi bir filmle çıktı. Böylelikle film gösterime girmeden önce oluşturduğumuz tüm kıyamet senaryoları da bir anda ortadan kayboldu.
"Sibirya Ekspresi," Bowdoin Üniversitesi'nde gördüğü Rusça eğitiminin ardından Pekin-Moskova hattını trenle kateden Anderson'ın kişisel deneyimlerinden besleniyor. Yer yer yönetmenin bireysel gözlemleriyle, hayalini kurduğu macera ortamının iç içe geçtiği film, başta Agatha Christie'nin meşhur romanı "Doğu Ekspresinde Cinayet" olmak üzere birçok esere konu olan doğu ekspresi mitini son derece başarılı ve tekinsiz bir dille gözler önüne seriyor.
Yönetmenin, diline hakim olan bu tekinsizliği çoğunlukla Alfred Hitchcock klasiklerinden ödünç aldığını söylemek de mümkün. Tıpkı Hitchcock gibi, karakterlerin karşılaşmak üzere oldukları tehlikelerden öncelikle izleyenleri haberdar eden ya da seyredenleri tehlikeli bir sırra ortak eden Anderson, bu yolla muhteşem bir gerilim ortamı yaratıyor. Büyük bir bölümü kapalı mekanlarda, hatta en klostrofobik anları genellikle daracık tren kompartımanlarında geçen film, bu gerilim dolu atmosferi başarılı mekan kullanımıyla da besliyor. Emily Mortimer'ın seyredenleri kendine çeken uslanmış kötü kız tiplemesi ve Woody Harrelson'ın zaman zaman tehlikeli hale gelebilen sınırsız saflığı da izleyicileri diken üstünde oturtuyor.
Diğer yandan, "Sibirya Ekspresi"nin hikayesinde barındırdığı psikolojik altmetinlerin ve en kritik noktalarda devreye giren ahlaki hesaplaşmaların da yardımıyla yarattığı bu gerilim ortamına bambaşka bir fonksiyon kazandırdığını da söyleyebiliriz. Geçmişin bir tehdit unsuru olarak geri dönmesi, üstü örtülü arzuların su yüzüne çıkması ve vicdan azabı gibi psikolojik temaların ön plana çıktığı filmde, gerilim unsurları karakterlerin iç çatışmalarını elle tutulur hale getirmek için bir araca dönüşmekte. Aslına bakarsanız, filmin seyredenlerle kurduğu bağ, tam da bu nedenle oldukça kişisel.
"Sibirya Ekspresi"ni çok sevebilir ya da bu filmden bir hayli nefret edebilirsiniz. Bu durum, filmde her adımını takip ettiğiniz başkarakter Jessie ile kendinizi aynı pozisyonda hayal edip, edememenize bağlı. Çünkü film süresince, gidişatı zenginleştiren gizli mesajları ve iç çatışmaları özümseyebilmeniz için kendinizi bir nebze de olsa Jessie'nin yerine koyabilmeniz şart. Kısacası, "Sibirya Ekspresi"nin hikayesine gömülüp, aktif bir izleyici konumuna yerleşebilmeniz için öncelikle Jessie'yi anlamanız, onun gibi düşünüp, beklentilerinizi ona göre ayarlamanız gerekiyor.
Bununla birlikte, filme karşı beslediğim kişisel sevgiyi bir kenara bırakıp, açık konuşmam gerekirse, kendinizi Jessie ile aynı resimde göremediğiniz takdirde "Sibirya Ekspresi"nin sonlarına doğru sizin için yavan bir gerilim filmine dönüşmesi de gayet mümkün. Çünkü gidişat süresince dikkatinizi ayakta tutan, yüreğinizi hoplatan ve kalbinizi sıkıştıran gerilim ortamı bir kere dağıldıktan sonra ne yazık ki filmin, aniden kendini salıverdiğini görebiliyorsunuz. Yaşanan tüm tekinsiz mücadelelerin ardından yersiz bir pozitifliğe kavuştuğunu hissettiğiniz gidişat, bir noktadan sonra keyifsiz bir sıradanlığa bürünüyor. Başkarakter Jessie'nin ruh halini özümseyen seyirciler için bu sıradanlık rahatlıkla huzurlu ve güvenli bir ruh haline kavuşmanın dayanılmaz hafifliği olarak algılanabiliyor. Ancak başkarakterle sıkı bir bağ kurmayanlar için filmin sonu biraz tatsız ve heyecansız gözükebiliyor.
Anlayacağınız "Sibirya Ekspresi"ni bütünüyle sevmek biraz da kendinizi filme ne kadar kaptırdığınızla, hikayenin içinde kendinizden bir şeyler bulup, bulamadığınızla alakalı. Eğer bulursanız, Brad Anderson'ın yeni filmi vazgeçilmezleriniz arasına girebilir. Şayet bulamazsanız, gidişat süresince heyecanın ve yürek çarpıntısının doruk noktasına çıktığı anlar size son derece keyifli bir izleme süreci vaat edebilir. Ancak bu sürecin ulaştığı sonucu yeterince tatmin edici bulmamanız da mümkün. Bana kalırsa "Sibirya Ekspresi," kimi izleyiciler için "Makinist"le aynı düzeyde kimileri içinse "Makinist"ten daha etkileyici bir film. Her iki durumda da Brad Anderson'ın sadık izleyici kitlesini memnun edeceği kesin.