2003 yılında çektiği Şeytana Karşı (Ondskan) filminin elde ettiği başarıyla kendisini Hollywood yapımcılarının bahçesinde bulan İsveçli yönetmen Mikaël Hafstrom, Amerika'da iyi bütçelerle çektiği Raydan Çıkanlar (Derailed) ve 1408 gibi iki vasat filmin ardından sinemalarımıza Anthony Hopkins'li korku filmi Ayin (The Rite) ile konuk olmuş fakat yine iyi eleştiriler alamamıştı. Bu kez ise karşımızda Hafstrom'un Ayin'den önce çektiği fakat Uzakdoğu ve birkaç uluslararası film festivali dışında dışında doğru düzgün gösterim fırsatı bulamayan filmi Şangay (Shanghai) var ve film maalesef Hafström'ün Hollywood'daki makus talihini tersine çevirebilecekmiş gibi görünmüyor.
Film Amerikalı baş karakterimizin İkinci Dünya Savaşı gölgesindeki ve politik durumu oldukça karışık Şangay şehrine gelip bir arkadaşının ölümü arkasındaki sır perdesini aralama mücadelesini anlatıyor. Öyküye katılan Uzakdoğulu karakterler ise entrika dozunu yükseltmek ve hikayaye savaş arka planlı filmlerin olmazsa olmazı olan aşk duygusunu eklemek için serpiştiriliyorlar. Aslında formül oldukça basit: Savaş döneminin gerilimini arkana al, seyirciyi öyküye bağlayacak bir gizem yarat ve sunduğun aşk ile işin duygusal boyutunu derinleştirmeye çabala!
Pearl Harbor baskınına, yani Amerika – Japonya savaşına çok az bir süre kala, oldukça gerilimli bir ortamda ve zaman diliminde geçen filmde savaşı bir dekor olarak kullanmaya çalışan yönetmenimiz, filmin ilk anından itibaren yaptığı tercihlerle politik bir filmin sahip olması gereken ağırlığı reddediyor adeta. Çeşitli kurgu oyunlarıyla (ya da bir kurgusal kaos ile), pek sarsıcı ya da derin olmayan hikayeyi hızlandırmaya çalışan Hafstrom, tahminimce en uzun planı on saniyeyi geçmeyen dinamik(!) bir film sunuyor bizlere. Mekan kullanımı konusunda da çok büyük bir sıkıntı yaşayan Hafstrom, Şangay'ı herkesin herkesle sürekli olarak karşılaştığı küçük bir mahalleymiş gibi sunuyor sanki. Zaten karakterlerin de derinlikli olmadığı hikayede bir de yönetmen tercihleri hafif ve yetersiz olunca daha seyredilmeden unutulan bir film çıkıyor ortaya. Yönetmen, ne savaş ortamında geçen bir filmin sunması gereken gerilimi hissiyatını ne de herhangi bir filmin en büyük güç kaynağı olabilen aşk mefhumunu layığıyla sunabiliyor.
Aslında aslan payı ona ait olsa da suçun bütününü Michael Hafstrom'e yüklemek biraz insafsızlık olacaktır. Zira 1997 yapımı The Wings of the Dove filminden bir Oscar adaylığı dahi bulunan ve yakınlarda "Drive" adlı, Cannes'dan bol övgülü film ile bir kez daha karşımıza çıkacak olan İran'lı senarist Hossein Amini'nin de kariyerinden silmek isteyeceği bir senaryo yazdığını eklemeliyim. Karakterlerin ve dolayısıyla karakter ilişkilerinin inandırıcılıktan tamamen uzak olduğu filmde, karakterler ile duygusal bir bağ kurabilmeniz için dünyaya gelmiş en hisli insanlardan biri olmanız gerekiyor sanırım. Amini'nin senaryosundan kaynaklanan problemlerle filmin süresi boyunca doğru dürüst tanıyamadığımız karakterleri zaman zaman anlamakta da güçlük çekiyoruz.
İyi yazılmamış bir senaryonun oyuncuları ise beklendiği gibi genel olarak vasatı aşamıyorlar. John Cusack ne zamandır tanıdığımız, bildiğimiz John Cusack'a hiçbir şey katamazken filmin bir diğer başrol oyuncusu Li Gong'da sığ karakterini kendi çabasıyla hiçbir yere taşıyamıyor. Karakterlerin sığlığına kişisel yeteneğiyle bir şeyler katabilen ve birden fazla katmanı olan bir karakter yaratabilen tek oyuncu ise Ken Watanabe diyebiliriz. Zaten Ken Watanabe'de bu vasat performanslar içinde gözle görülebilir bir biçimde parlıyor.
Savaş, drama ve gerilim kombinasyonunun doğuştan gelen iddialı hali, filmin onuncu dakikasından itibaren yerle yeksan olurken kendimizi hafif olmasına rağmen can sıkan ve akılda kalıcı tek bir anı bile olmayan bir film izlerken buluyoruz. Böylece bir filmde daha harcanan büyük paralar sinemanın mirasına hizmet etmemiş oluyor. Tabii ki biz sinemaseverler kaybettiğimiz yeni bir 105 dakikanın derdine düşmek konusunda pek gecikmiyoruz.
kaankarsan@gmail.com twitter/kkarsan