Willis ve Roth İçin Rövanş Vakti!
Yazar: Fatih YürürSon yıllarda özellikle orta kalibrenin altına konumlandırılabilecek aksiyon mahsullerinin afişlerine sinmiş ve kolektif algımıza yer edinmiş önemli bir fobi olduğuna inanıyorum. O da sanırım Bruce Willis’in o meşhur kısılmış bakışları ve yarım gülümsemesi ile izleyici adaylarına doğru silah doğrulttuğu herhangi bir filmin posterinin, artık kendisini görmekten yaka silktiğimiz güncel prototipin bizleri ölümcül oranda sıkıcı ve sığ bir filme davet ettiğine olan inancımız. Peki sadece bu önerme, başlı başına Öldürme Arzusu filmine dair girdiğimiz risk havuzunun derinliğini tanımlayabilmek için yeterli mi? Elbette hayır! Bir de Eli Roth faktörü var!
Özellikle de Keanu Reeves’in doğaüstü (!!!) performansı ile şenlenen Knock Knock ve Green Inferno gibi ardı ardına patlattığı iki yapımla, takipçilerine umduğunu veremeyen Roth’un, risk havuzunda en derin kısımlarda bir yerlerde, soluğunu tutup, sinsice ve sessizce dikildiğini kendimize hatırlatmadan edemiyoruz. Fakat bütün olumsuz eleştirilere rağmen; Roth özellikle gerilim arenasına, kendine has bir mizah katabilmeyi başarmış bir isim. Her yapımda dönüp dönüp ilk göz ağrımız olan Dehşetin Gözleri filmine bakıp durmamız hiç de anormal değil! Nihayetinde oralarda bir yerlerde karşımıza çıkan ve adını tam olarak koyamadığımız o “değerli” detayları özlemiyoruz dersek yalan atmış oluruz.
İşte Öldürme Arzusu, en kaba ve acımasız tabirle izleyicinin artık umudu kestiği Roth ve Willis gibi iki ismin güç birlikteliğinin garip bir meyvesi ve bu meyvenin tadını ilk birkaç ısırışta alabilmek çok da kolay değil. Hele ki Brian Garfield’ın kitabından beyazperdeye aktarılmış, 74 tarihli, Charles Bronson’lı oldukça temiz bir uyarlaması olan bir yapıma soyunabilmek biraz da deli işi sayılabilir. Bir de Michael Winner’ın beyazperdeye taşıdığı vigilante konseptinin yüz akı olan yapımın, şiddet dozajı da hesaba katıldığında, Roth’un ve takipçilerinin damak zevkine uygun bir uyarlama olması da gayet muhtemel.
Fakat Roth, bu sefer daha “seyirci dostu” bir yapımla seyircisini selamlamayı tercih ediyor –ki bir bakıma da en fazla eleştiri alacağı kısım bu kısım, nitekim orijinal yapımda Paul Kersey’in karısına ve kızına tecavüz edilmesi gibisinden rahatsız edici bir konu, nedendir bilinmez, kariyerinin erken dönemlerinde istismar mevzusunda alabildiğine cömert davranan Roth’un ellerinde bir miktar daha törpülenmiş. Biraz da bu sebeple Paul Kersey’in intikam motivasyonu, Bronson’un güzellemesinde olduğu kadar inandırıcı ya da gerekli bulunmayabilir.
Diğer taraftan, son yıllarda, istikrarlı bir inatla bir dolu ortalama altı aksiyon filminde karşımıza çıkan Willis, yılmaz bir vigilante adayı olarak, proje başına getirilebilecek en iyi tercihlerden biri –ki aslında mevcut risk de bu tercihi daha cazip hale getiriyor. Başarılı travma cerrahı suretinde karşımıza çıkan Kersey; kritik operasyonlar ve ailesi ile oturttuğu düzen arasında gidip gelen, en klişesinden, cila manyağı haline gelmiş parlak bir hayata sahip. Fakat bir gün aldığı telefon üzerine, çalışmakta olduğu hastaneye geri döndüğünde; evine dadanan üç hırsızın evine girmesi ile birlikte; tahmin edildiği üzere Kersey’in “örnek” hayatı tamamen değişiyor. Karısı öldürülen ve kızı de ağır bir biçimde yaralanan Kersey için kendi intikam hikayesini yazma vakti gelip çatıyor.
Aslında Roth, özellikle Winner’ın uyarladığı orijinali de dahil olmak üzere 70’li ve 80’li yıllarda karşımıza çıkan kemiksiz vigilante örnekleri arasına sıfır kilometre bir benzerini eklemek gibisinden son derece basit hatta biraz da nostaljik bir sebeple, aşağı yukarı aynı algoritmaya sahip bir örnek fırınlıyor. Fakat bunu yaparken doğrudan doğruya Peckinpah ya da Carpenter gibi ustalarının izinden giderek, onların şablonunu kopyalama gibi bir kolaycılığa kaçtığı da söylenemez. Tamam. Dertleri, yaklaşımı ve klişeleri aşağı yukarı aynı ama Roth’un revizyonlarını da gözden kaçırmamak gerekir. Sistemin işlemezliği, suçluların bu cendere içerisinde her daim sıvışabilme kabiliyeti, kendi düzenini oturtmuş olan elit anglo saksonun bozulan düzenine oturup ağıt yakmak yerine, düşmanını akla gelebilecek en incelikli yöntemlerle cezalandırması… Basit bir vigilante örneğinde karşınıza çıkmasını istediğiniz ne varsa Öldürme Arzusu filminde mevcut!
Tabi Roth’un tek amacının öncül örnekleri taklit etmek olmadığını da söylemek yerinde olabilir. Zaten kendisinden Peckinpah usulü bir intikam ya da dönüşüm hikayesi beklemek, onu böyle bir yük ile cezalandırmak pek de doğru olmaz. Kendisi de böyle bir iddianın altına girmek istemiyor olacak ki; halkın istediği kahraman profilini Paul Kersey’e teslim ediyor. Özellikle de Kersey’in cep telefonu ile yakalanan görüntüler sebebiyle halk kahramanına dönüşmesi; Millar ve Romita Jr. İkilisinin Kick Ass çeşitlemesinde ana karakterlerine bahşettikleri “kahramanlaşma” sürecini de fazlasıyla andırıyor. Nihayetinde Kersey, kısa süre içerisinde “adalet savaşçılığı” ile kutsanmış bir fenomene dönüşüyor.
Her halükarda, Roth, öykünün trajik tarafını didiklemek yerine, eğlenceli kontenjanına üst sıradan girmek isteyen bir intikam öyküsü inşa etme hedefini yerine getirebiliyor. Sherlock misali dikkatli, Unbreakable’daki David Dunn karakterini yer yer kıskandıracak kadar şanslı! Her adımda galip geleceğini bildiğimiz o kahraman galibiyeti sendromunun can sıkacağını düşünsek de; Willis beklenmedik bir eğlence kattığı karakterini de seyirci ile dost hale getirmeyi başarıyor.
Son tahlilde, Willis’i son dönemlerde izlediğimiz en keyifli performansı ile izlerken; kardeş Frank Kersey’e hayat veren Vincent D’Onofrio da filmin güzel sürprizleri arasında kendisine yer buluyor. Nihayetinde “sadece türün meraklıları” için değil; genel anlamda son yıllarda perdeye aktarılan ve özellikle de branding yüzü olarak Liam Neeson’ı kullanan benzer intikam güzellemeleri arasında, belli başlı detaylar ile “farklı” olmayı başaran bir yapım Öldürme Arzusu!