Kim Ki-Duk’un Oyunları
Yazar: Eylem KaftanTüm neden-sonuç ilişkilerine karşı çıkan, beklentileri ve klişeleri sürekli olarak ortadan kaldıran, rasyonel açıklamalara itibar etmeyip, insan ilişkilerindeki en beklenmedik tepkiler üzerinden oyunlar yaratan, tuhaf ve alışılmadık bir film üzerine ne söylenebilir?
Nefes filmini yapmadan kısa bir süre önce büyük bir kaza geçiren Kim Ki-Duk, bu kazanın onun dünyaya bakışını da epey değiştirdiğini söylüyor. Herşeyi fazla ciddiye aldığımız modern ve soğuk hayatlarımızda o kazadan beri en önemli şeyleri minimize edip, en önemsiz gereken şeylere daha fazla değer vermeye karar verdiğini söylüyor. İşte tam da bu yüzden aslında klasik bir şekilde anlatılan tüm öyküler, bir bakıma, miladını tamamlarken, Kim Ki-Duk artık olgunluğa erişmiş bir yönetmen olarak kendi kurguladığı hikayeler ve genelde sinema için "Fazla ciddiye almayın arkadaşlar, aslında hepsi bir oyun" diyor gibi.
Geçtiğimiz Cannes film festivali yarışma bölümünde gösterilen Nefes, Boş Ev gibi hiç konuşmadan bir tür "Tek kelime sarf etmeden aşka düşme" hikayesi. İdam mahkumu bir adam ve onun hapishane hücresinin gönüllü dekoratörü olan bir kadının iyi kurgulanmış ama idama mahkum bir dört mevsimlik ilişkisi, Tayvanlı aktör Chang Chen'in şu ana kadar yer aldığı en cüretkar sevişme sahneleri ile durumun absürdlüğüne rağmen bize bazı 'gerçek' anlar yaşatmayı başarıyor.
Kocası tarafından aldatılan, orta halli hatta zengin sayılabilecek, heykeltraş kadının yaşamı soğuk, hatta metalik. Bu soğukluğun altı, kocasıyla ve kızıyla olan iletişimsizlikten, eşyalarının modern ama ruhsuz görünümlerine, kadının kocasının beyaz gömleğini asarken uzun uzun dalıp gittiği anlara değin kalın bir kalemle çizilmiş. Tam da bu soğukluğun ortasında bir televizyon haberiyle harekete geçen genç kadın, tekrar canlanabilmek için bir idam mahkumunun zamanın ve mekanın dışındaki cansız hayatına rengarenk mevsimler, şarkılar ve mevsimlik elbiseler ile giriyor.
Kim Ki-Duk klasik oyunculuktaki karakter motivasyonları ve dramaturjik düğümleri önemsemeden bizi kendi soğuk dünyamızda tekrar hayat bulabilmek için oyun oynamaya ve normun dışına çıkmaya davet ediyor. Nihayetinde kadının kocası bile karısının idam mahkumuyla ilişkisini onaylıyor. Sadece yaşayan için değil, hapishane müdürü ve diğer izleyenler için de tüm tuhaflığına rağmen, tüm kuralları çiğnemek isteğini insanda uyandıran oyun oynama isteği, aşka ve ölüme ve hayatın kendini tekrar eden dönemleri ve kaçınılmaz sonuna dair insanın üzerinde tuhaf bir tesir yaratıyor.
Yüzlere, bakışlara, sessiz anlara önem veren yönetmen, bu filmde de kadın ve erkek arasındaki ilişkiye dair zengin imgelemler sunuyor. Kara mizah, az konuşma ve sessizlik anları tüm filme yoğun bir gizem yaratıyor. Tuhaf bir biçimde merak duygusunu sürekli diri tutuyor ve sürekli olarak beklentileri çürütüp şaşırtıyor.
Hikayeye ilk başta neredeyse polisiye izlenimi veren gizemli bir şekilde girdiğimizde, kadının mahkumla geçmişte bir ilişkisi olduğunu düşünüyoruz çünkü olaylar arasında neden sonuç ilişkileri kuran geleneksel filmlere alışmış zihinlerimiz. Oysa içindeki tutkuları heykelleri üzerinden yaşamaya çalışan kadın için tehlikeli ve akıldışı bir oyuna girdiğimizin farkına varamıyoruz. Sevmeye inancını yitirmiş ve hayatından soğumuş kadının birisini sadece mutlu etmek için giriştiği çocuksu çabalarla, kocasını kıskandırmak için kurguladığı kurnaz mizansenler arasında gidip geliyoruz.
Kim Ki-Duk İkea mobilyalarını hatırlatan, bize fazla sıradan gelen renkli duvar kağıtlarıyla "kitsch" (gösterişli ama zevksiz estetik) ögesini şaşırtıcı bir biçimde sıradışı haline getiriyor. Zira kadın hayal gücü ile ve "kitsch" dekorasyonlar ile gene de o ruhsuz hapishaneye büyülü ve masalsı bir dünyadan bir peri kızı gibi düşmeyi başarıyor. Diğer filmi İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış...ve İlkbahar'a da referans yaparak hapishaneye her gidişinde bir aşkın da evrelerini anlatan ama herşeyden çok kaçınılmaz sona gönderme yapan mevsimsel törenlerle doğum-ölüm-yeniden doğum çemberlerine sokuyor bizi.
Küçücük bir hücrede yapacak hiç bir şeyi olmadan idamı bekleyen mahkumların nasıl suçlar işlediğinden bağımsız, şiddetle şehvetin birbirine girdiği ilişkileri görülmeye değer. Kim Ki-Duk insan ilişkilerini sorgularken gene en hayvani güdüleri araştırıyor. Aşk ve ölüm, acı ve haz arasındaki çok bilindik ilişkiyi sorgularken de sonunda gene çok dolaylı yollardan da olsa hikayeyi metafizik bir noktaya bağlamayı başarıyor.
Nefes şüphesiz Kim Ki-Duk'un en iyi filmi değil. Hatta bu filmde Güney Koreli yönetmenin yer yer epey kolaya kaçtığını da söyleyebiliriz. Fakat gene de her usta yönetmen gibi bu filmi de yönetmenin diğer filmleriyle ilişkisi üzerinden değerlendirmek gerekiyor. Boş Ev, Zaman, İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış...ve İlkbahar, Yay gibi filmler ile uzakdoğu felsefesini kendi dünya görüşüyle birleştirip metafizik bir evren yaratan yönetmen bu filmde de herşeye rağmen insanlar üzerinde güçlü bir his yaratmayı başarıyor. Zaten onun da peşinde olduğu bu.
Sözcüklere ve neden sonuç ilişkileriyle açıklanabilecek durumlara itibar etmeyen yönetmen hiç de gerçekçi olmayan bir hikayeyi gene de inandırıcı bir biçimde sunmayı başarabiliyor. Başka bir yönetmenin elinde gülünç olabilecek bir film kamera arkasında Kim Ki-Duk olduğu için bize rüyayla karışık tuhaf ve sıradışı bir evren yaratabiliyor.
Filmi 'Heryerde Kar Var' gibi olağanüstü klişeleşmiş bir şarkıyla bitirmesi de tesadüf değil. Kim Ki-Duk "yaşama sevinci için biraz mizah, bu kadar da düzenli olmasın hayatlarımız" diyor. Kaldı ki, filmde en fazla otoriteyi temsil eden hapishane müdürü ve güvenlik görevlileri de aynı fikirde sanki. Hepimiz biraz kurallardan sıkılmış gibiyiz. Sanki yönetmenin söylediği cümle şu: "Kurtuluşumuz rollerimizi değiştirmemiz ve oyun oynamamızdan geçiyor!"