Dilim Dilim Yaşam Pastası...
Yazar: Bige AkdenizUzun zamandır merakla beklenen Yaşamın Kıyısında Altın Portakal'dan en iyi yönetmen ödülü ile döndü. Fatih Akın, kültürler arası, ülkeler arası hikaye anlatıcısı olarak Duvara Karşı'da etkileyici bir yönetmen kimliği çizmişti. Yaşamın Kıyısında da bu konuda ne kadar yetkin olduğunu çoğul hikayeli, mekanlı, hikayeli bir senaryonun üstesinden gelerek gösteriyor. Akın, dört Türk'ün ve üç Alman'ın iç içe geçmiş yaşantıları üzerinde kayarak ilerliyor adeta.
Üç bölüme ayrılmış filmin iki bölümünün kaderleri bölüm başlıkları ile bildiriliyor. İlk iki bölüm bu hali ile bir kapanışa ya da sona gidişi simgeliyor. Üçüncü bölüm Yaşamın Kıyısında ise François Truffaut'nun 400 Darbe filmindeki tek plan finalini hatırlatıyor. Sonsuzluğa açılan bir kare gibi. Zira Akın, bir yandan farklı hikayeleri karakterleri anlatırken, diğer yandan ölüm-yaşam ekseni boyunda ilerliyor. Bu felsefi alt-metni ile hikaye anlatımı arasında çok güzel bir uyum var. Daha doğrusu, hikayelerin ilerleyişindeki ağır tempo ve detaylandırılmış kıvam, yaşamın kendisini ve ölüm gerçekliğinin insanın üzerinde bıraktığı ağırlığı temsil eder gibi.
Almanya'dan iki ayrı şehir, Türkiye'den ise İstanbul, Karadeniz ve Güneydoğu olmak üzere üç ayrı mekanda geçiyor film. Akın, ben bu mekanları bilirim edası ile her birisini kullanırken oldukça rahat. En büyük meziyeti de kanımca bu Akın'ın. Yani ne Türkiye'de, ne de Almanya'da yabancı gözle bakan bir yönetmen değil. Filmlerinde yabancı olan sadece karakterleri. Başka bir yere yolculuk yaptığında onlar üzerinden yabancılık hissini hissedebiliyoruz, ya da öteki hissini. Kimlik denen şey de Akın'ın filmlerinde bu yüzden oldukça ön plana çıkıyor. Bu konuda da aşırı usta. Almanya'da yaşayan Türklerin farklı kimliklerini en iyi o yansıtabiliyor. Çünkü Akın da onlardan birisi. Onları anlıyor. Her ne kadar bizden olsalar da, bize yabancılar. Farklı bir zamanın, farklı bir mekanın, farklı bir tarihin parçası olmuşlar çünkü.
Akın'ın elinde yoğrulan sadece mekanlar ve kimlikler değil. Zamanın çizgiselliği ile de oynayarak anlattığı hikayelerden daha zengin bir mozaik çıkartıyor. İlk bölümde ilk hikaye anlatılırken, aslında ikinci hikaye de yaşanmakta. Babil örneğinde de olduğu gibi son dönem sinemasının bolca faydalandığı paralel zamansallık, Akın'ın filmine çok yakışmış. Bu paralel hikayeler içinde tek zayıf kalan kısım Yeter ile kızı Ayten'in geçmişi. Neden başta kızından vazgeçme durumunda kalmış, sonra neden onu yanına almamış gibi durumlar biraz kafa karıştırıyor.
Tüm oyuncuların ödülü hak ettiği bir film Yaşamın Kıyısında. Her birisi sahneye çıktığı andan sahneden ayrıldıkları ana kadar capcanlılar. Tüm oyuncular arasında en çok ilgimi Nurgül Yeşilçay çekti. Bu filmdeki rahat performansı ve uluslar arası bir yapıma bu derece doğal bir şekilde adapte oluşu takdire şayan. Üstelik duygusal olarak en komplike karakteri Yeşilçay canlandırıyor. Yetim, siyasi örgüt üyesi, eşcinsel, annesini bilmediği bir ülkede arayan bir genç kadını canlandırmak kesinlikle kolay bir iş değil. Tüm bu farklı karakteristikleri performansına çok güzel bir şekilde yedirmiş. Karakterindeki tezatlıkları da oldukça iyi yansıtıyor. Duygusal ama güçlü, çocuksu ama asi ve cesur bir Ayten ortaya çıkarabilmiş.
Tüm bu olumlu yönlerine rağmen, kanımca Yaşamın Kıyısında'nın dezavantajına işleyen tek parametresi siyasi alt-metni. Duvara Karşı'da Türkiye'nin siyasi meselelerine pek bulaşmayan Akın, Yaşamın Kıyısında Ayten karakterini bir siyasi örgüt üyesi yaparak Türkiye'de geçen hikayeyi olabildiğince siyasileştirmiş. Türü politik olmayan filmlerde, siyasi bir alt-metin kurmaya çalışmayı biraz riskli buluyorum. Çünkü ne yaparsanız yapın, pastanın bir dilimini sunmak zorunda kalacaksınız. Yani diğer dilimleri gösteremeyeceksiniz.
Ve anlattığınız pastanın en sansasyonel dilimi olacağı için (çünkü kabul edelim sıradan bir şey anlatmak izleyicinin ilgisini çekmeyecektir) buzdağının görünen tepesi gibi duracaktır. Burada da böyle duruyor. Yeter'in "kocamı Güneydoğu'da vurdular" cümlesi ile başlayan siyasi göndermeler, filmin ikinci bölümünde Ayten'in örgütü ile yaptığı bir sokak gösterisine uzanıyor. Ayten'in Alman sevgilisinin annesi rolündeki Hanna Schygulla ile Ayten'in örgütsel mücadelesi üzerine mutfakta ayaküstü yaptığı konuşma da dikkate değer bu açıdan. Özellikle "ayaküstü" kelimesine dikkatinizi çekmek isterim. Diğer bir dikkat çekici sahne de, karakoldaki bir sahne. Ayten'i aramak için karakola başvuran Nejat Aksu karakterinin Türk dedektif tarafından sorguya çekilişi de gayet havada duran bir sahne.
Açıkçası, Türkiye adına bu kadar önemli bir meseleyi bir dilim gibi sunmaya çalıştığınızda, oryantalist bir göz olmaktan kurtulamıyorsunuz. Akın'da ne yazık ki ilk defa bu tuzağa düşmüş. Bu kadar önemli, çok kollu Kürt-Türk meselesini ve Türkiye'deki insan hakları durumunu parçalı bulutlu bir halde vermeye çalışarak bence gereksiz bir şeye kalkışmış. Bu siyasi alt-metin senaryonun ve filmin gücüne hiçbir şey kazandırmıyor. Sadece belki yurtdışındaki oryantalist gözler için ilgi çekici bir görsel malzeme olabilir. Yani filmdeki Türk mezeleri ile doldurulmuş masa görüntüsünden hiçbir farkı yok sokak gösterilerinin ya da Ayten'in örgüt üyeliğinin. Aynı şekilde diyaloglardaki siyasi göndermeler de karşıt sloganlar gibi göze batıyorlar.
Bu filmden esas aklımızda kalanlar yedi karakterin ilginç yaşam yolculukları oluyor. Duvara Karşı'nın çarpıcı enerjisini arıyor olsak da, Yaşamın Kıyısında'nın sessiz ve ağır temposu insan yaşamının kırılganlığına yakılmış bir ağıt niteliğinde derinden etkiliyor...