Maradona’nın İnsan Hali
Yazar: Melis ZararsızMaradona: Tanrı'nın Eli adlı filme futbol izlemek için gidenler hayal kırıklığına uğrayabilir. Evet, elbette bu filmde saha, çim, top ve şut göreceksiniz ama fazlası var. 'Futbolun filmi mi olur, olsa olsa belgeseli olur' diyenlere cevap olarak 'bu filmde futbol bahane, tutku şahane' diyebiliriz. Örneğin bu sene If Bağımsız Film Festivali'nde görme şansını bulduğumuz Zidane: Bir 21. Yüzyıl Portresi isimli filmde, adeta izlenmiş olan bir maçı tekrar, sadece başka kamera açılarıyla izlemiştik.
Perdede bize sunulanlar futbol sevenleri mutlu etmişti, başka bir açıdan da belgesel tadı vermişti. Bu filmde ise her şeyden önce çocukluğundan beri tutkusunun peşinden giden bir insanın hayatının içine giriyoruz. Giriyoruz da iyi mi yapıyoruz, bunu tartışmak gerek.
Arjantinli futbolcu Diego Maradona'nın, başarılı bir futbolcuyken günden güne değişen hayatını konu alan 'Maradona Tanrı'nın Eli', çocukluğunun geçtiği Buenos Aires'te başlıyor. Yoksul ve kalabalık bir ailenin oğlu olan Maradona, tarlaların, tozun toprağın arasında futbola tutku duyuyor. Evet, yaşadığı bu duygunun "tutku" oluşu, çocuk yaşlarından belli oluyor. Zira, yönetmenin geri dönüşler halinde filme bezemiş olduğu Maradona'nın çocukluk travması, bu tutkunun, bu risk alışın bir göstergesi haline geliyor: Karanlık ve yağmurlu bir gecede sokağa kaçan topunun peşinden koşarken derin bir kuyuya düşen ve topunu çıkarmadan kendisi de kuyudan çıkmaya yeltenmeyen Maradona, hayatının dönüm noktalarında hep o anı hatırlayacak ve çırpınışları esnasında babasının "başını dik tut, başını hep dik tut" deyişi her zaman kulaklarında çınlayacaktır...
Bir izleyici olarak, çocuğun siyah suyun içinde çırpınışına şahit olurken, o siyah su gözümüzün önüne Maradona'nın, onu aşağıya çeken zorluklarla dolu hayatı olarak somut bir şekilde beliriyor sanki... Yönetmen kurguda bu çocukluk anısını bir geri dönüş olarak o kadar doğru yerlere yerleştirmiş ki, kanımca filmin en başarılı kısmı da bu metaforu kullanışı olmuş. Artık izleyici olarak iyiden iyiye Maradona'nın hayatının içindeyiz. Onu eleştirecek, zaafını ona karşı kullanacak kadar iyi tanıyoruz onu, çünkü çocukluğuyla ilgili oldukça fazla detay biliyoruz.
Maradona neredeyse çocuk yaşında kupalar kazanmaya, rekor ücretlerle transferler yaşamaya başlıyor. Şöhretin tadı Maradona'nın damarlarında işte bu zamanlarda geziyor. Bu tat giderek kokain tadına karışıyor. Artık film bize cümle kurmadan Maradona'nın beyninin içinden geçenleri başarılı bir kurguyla anlatıyor, yaşadığı bu renkli dünya içinde umursuzca yol alması, bir hayal alemindeymişçesine sorumsuzca davranışlarda bulunması, hayran olunmanın egoist ve toksik etkisiyle hem mutluluğu hem mutsuzluğu birarada yaşaması, çareyi kokainde araması ve iyice düşüşe geçmesiyle karşımızdadır artık Maradona... Bir uçtan bir uca savrulmaktadır.
Eliyle İngiltere kalesine gol atıp "kahraman" olan ve "O El Tanrı'nın Eliydi" şeklinde bir açıklama yaparak polemikler yaratan Maradona'yı, film, bu kahraman yönü yerine, zaaflarıyla, başarılarıyla, "tutkulu bir insan" olarak göstermeyi hedefliyor ve bu hedefinde de, bir yere kadar, başarılı oluyor. Filmde başarılı olan bir başka nokta da, Maradona'nın geçirdiği süreçlerin beyazperdeye yansıyan doğallığı. Her şeyden vazgeçen, sinirli, etrafındaki herkesi kıran, kilo alan, kendine saygı duymayan bir hayatı seçen ve bozulan sağlığı yüzünden futboldan elini ayağını çekmek zorunda kalan bir Maradona, birdenbire inanılmaz bir hırsla kamplara girip, müthiş bir hızla kilo verip tüm hayatını yeniden düzene sokabiliyor, bir süre sonra yeni bir dibe vuruşla kendini gene kokain partilerinde bulabiliyor. Seyirci bu iniş çıkışlarda Maradona ile özdeşleşerek insan olmanın zaaflarıyla bütünleşiyor. Burada filmin temposu çok yerinde, yönetmen, tempoyla sıklıkla oynayarak, bu iniş çıkışlar sayesinde insan yapısının doğal süreçlerini etkileyici bir şekilde işlemeyi başarmış. Bu noktada Maradona'yı canlandıran "Marco Leonardi"'nin başarısını da atlamamak gerek.
Maradona'nın hayatının içine kadar girdiğimiz, zaaflarını çok yakın bir mesafeden gözlemlediğimiz bu filmde çelişki ise şu, film bize ilk bakışta Maradona'nın da, onun gibi kahramanlaştırdığımız diğer ünlülerin de insan olduklarını ve birtakım zaaflara sahip olabileceklerini, hiç göremeyeceğimiz, bilemeyeceğimiz sıkıntılar yaşayabileceklerini düşündürüyor ve bir nevi empati kurduruyor, onları anlamamızı sağlıyor. Ama yönetmenin de kabul ettiği üzere, filmin %60'ı Maradona'nın hayat yolunun girdiği o karanlık tünelden oluşuyor. Kokain, şişmanlık, karakter bozuklukları, çocukluk korkuları, sinir krizleri oldukça fazla gözümüze sokuluyor. Yani burada yönetmen, "o da bir insan" derken, bir yandan eleştiriyor, parmağıyla gösteriyor ve ibret olsun mu diyor içten içe?
Amaç Maradona'yı anlamak ve anlatmak mı, yoksa onun gibi olmak istememek mi? "İnsan Maradona" diyerek üzüm mü yiyor yoksa çaktırmadan bağcıyı mı dövüyor? İşte bu noktada film ne demek istediğini tam olarak açıklamıyor. Olaya ne yandan baktığı konusunda kaçak davranıyor. Belki de o klasik kolaycı yolla, biz söyleyeceğimizi söyledik, gerisi siz izleyenlere kalmış, diyor. Belki de insanoğlu, kafasında yarattığı mükemmel imajların bozulmasını pek istemiyor. Yönetmen de insan olmanın bu zaafına düşerek, Maradona'nın yanındayım derken, bir yandan da "ah Maradona, neden bu hallere düştün, hani sen mükemmeldin?" diyor.
Bir ünlünün hayatını konu alan filmlerle kıyasladığımızda, hayat hikayesinin klasik dizilimi ve geri dönüşler konusunda filmin herhangi bir yenilik getirdiğini söyleyemeyiz. Gene de Maradona'nın yaşadıklarına daha yakından bakmak, üstelik bunu belgesel tadından uzak bir şekilde gerçekleştirmek, Maradona: Tanrı'nın Eli'ni izlenebilir bir film haline getiriyor.