Franklyn
Yazar: Mert YeniciAylar önce "!f İstanbul 2009"da Franklyn'i 5 dakikayla kaçırdığımda bunun filmi izlememem için bir işaret olduğunu bilseydim, herhalde Emek Sineması'nın kapısından daha az hayal kırıklığıyla ayrılırdım. Zannediyorum pek çok festival izleyicisi gibi ben de alternatif bir evrende geçen bir bilim-kurgu izlenimi yaratan fragmanına tav olup bir hevesle almıştım bileti.
Franklyn'ın probleminin de bu noktada başladığını söylemek yanlış olmaz. İlk hatayı seyircisine kendini olduğundan çok farklı bir filmmiş gibi satmakla yapıyor. İlgi çekici bir konuyla yola çıkan ve ilk dakikalarında gotik, karanlık ve fütüristik bir hikâye izleyeceğimiz imajı uyandıran filmin tüm konseptinin, aslında daha önce Hollywood filmlerinde defalarca işlenen bir temanın üzerine kurulmuş olduğu ortaya çıktığında arkamızda pek de hoş bir deneyim bırakmıyoruz. Bunun üstüne İngiliz yönetmen Gerald McMorrow, vaktinin çoğunu nevrotik bir kızın sanat projesi çalışmaları ve genç bir adamın filmin sonuna kadar ana konuya bağlanmayan aşk hikâyesiyle harcayınca felsefi bir yapıya oturtmayı çalıştığı filmi izlerken 1,5 saati zor ediyoruz. Bunların da ötesinde yönetmenin yan hikâyelerle fazla zaman harcaması sebebiyle kadere ve inanca dair söylemek istedikleri de yerini bulamıyor.
Oysa McMorrow'un günümüz Londra'sıyla fütüristik metropol Meanwhile City arasında paralellikler kurduğu hikâyesi, çeşitli politik ve felsefi çıkarımlar yapmak için çok uygun bir hava yaratıyor en başta. Watchmen'in Rorschach'ı ya da V for Vendetta'nın "V"si gibi yeni bir anti-kahraman görüntüsü çizen, filmin pratogonisti Johnathan Preest, herkesin inançlarının sisteme kaydedildiği, din ile devletin tek bir vücut haline geldiği Meanwhile City'nin tek ateisti. İstediği tek şeyse küçük bir kızın katilini bulup öldürüp adaletin yerini bulması. Ryan Phillippe'in fazla derinlik bahşedilmeyen karakteri ne yazık ki oyuncunun da zayıf performansıyla seyirciyi etkileyebilecek bir anti-kahraman portesi çizemiyor. Dahası Meanwhile City'nin rahiplerin koruculuk yaptığı, farklı farklı inanç sistemlerinin barındığı distopik atmosferi de konunun önemli bir kısmı günümüz Londra'sına ayrıldığından çok etkili bir biçimde yansıtılamıyor. Muhtemelen kısıtlı bütçenin de etkisiyle senaryonun bu kısmından çıkarılabilecek siyasi okumalar da çarçabuk geçiştiriliyor.
Londra'da yaşayan Emilia, Milo ve Esser üzerinden de filmin senaryosuna da imza atan yönetmen McMorrow, günümüz metropollerinden insan manzaraları sunmak istemiş ancak bir iki sanatsal taktik uygulayarak karakterleri ilgi çekici kılabileceğini sanmakla hata etmiş. Bilhassa sanat projesi için intihara teşebbüs eden Emilia'da bu zorlamalığı görmek mümkün. Kalp kırıklığını çocukluk aşkı Sally'i bulma umuduyla yenmeye çalışan Milo'nun hikâyesinin bağlanışı da bir o kadar zorlama bir çaba bana kalırsa.
Diğer karakter Esser'in ise diğerlerinin aksine bir inandırıcılığı var. Dini bütün, eski bir savaş gazisinin umutsuzca Londra sokaklarında kaybolan oğlunu bulmak için savaş vermesi seyirciyi bir yerinden yakalamayı başardığı için belki de. Esser'inki dışında diğer karakterlerin hikâyelerinin nereye varmaya çalıştıklarının belirsiz olması ve McMorrow'un öykünün tamamen yanlış yerlerini geliştirme çabası sebebiyle oyuncular da ellerindeki materyalden ne çıkarabileceklerini bilemez bir halde oradan oraya koşturuyorlar, karakterleri de tamamıyla "kaybolmuş" olmalarına rağmen üstelik. Yine de Bernard Hill, Eva Green ve Sam Riley'nin öykünün Londra ayağını ellerinden geldiğince çekici kıldıklarını söylemek mümkün.
Her ne kadar konu sıkıntısı çeken Hollywood yapımlarının birçoğunun bağladığı şekilde mevzuyu sonuçlandırmış olsa da, McMorrow'un ilk sinema deneyiminde her bir karakterinin hikayesini pek eksik gedik bırakmadan birbirine bağladığını ve kısa süre görmüş olsak da inandırıcı bir ütopya sunduğunu söyleyebiliriz. Seyircisine vaat ettiğinden çok daha farklı, daha zayıf bir eser sunan McMorrow, ne ilginçtir ki işin fantezi kısmında seyircisini anlattığı şeye inandırabiliyor da filmin asıl kısmının geçtiği gerçek dünyada aynı oranda inandırıcı olmayı başaramıyor.