Hesabım
    Mahşerin Dört Atlısı
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    2,5
    Geçer
    Mahşerin Dört Atlısı

    Mahşerin Dört Atlısı

    Yazar: Arzu Çevikalp

    Varsayalım ki; bazı filmler çekildikleri dönemin korkularına ayna tutuyor. Çocuklardan onların da katil olabileceklerini varsayacak kadar korkmaya ne zaman başladık? Galiba bu tür sevimsiz varsayımlar hep toplumsal ümitsizliğin tırmandığı dönemlerde korku sinemasına konuk oluyor. Çocukların kelimenin tam anlamıyla "adam öldürmecilik" oynadıkları bir sürü film var.

    Bunlardan biri olan The Horsemen ailelerin ihmalkârlıklarını İncil'de yer alan bir kehânete dayandırarak işlenen cinayetlerin sırrını çözmeye çalışıyor. Çünkü kıyamet gününde ortaya çıkacaklarına inanılan 4 atlı; savaşı, kıtlığı, salgın hastalığı ve ölümü getiren ulaklardır. Bu dini olaylardan yola çıkan film, yedi ölümcül günah benzeri bir konuyu işliyor. Bu sefer oyunun kurallarını bildiğimizi varsayıyoruz, ne de olsa kare kare aynı klişe sahneleri izleyeceğiz.

    Aidan, eşinin ölümünden sonra oğulları Alex ve Sean'dan uzaklaşmış, katı bir polis dedektifidir. Kendisini İncil'de geçen Mahşerin Dört Atlısı'nı temel alan sapık seri cinayetleri araştırırken bulur. Davada açığa çıkan her yeni bilgiyle uğraşırken, kendisi ve dört şüpheli arasındaki sarsıcı bağlantıyı keşfeder. Dört Atlı. Birbiriyle bağlantısı olmayan dört kurban. Dört acı verici sır. Bu sırları şu şekilde tanımlamak mümkündür: Birinci at ve binicisi; kral olan İsa'yı , ikinci at ve binicisi; savaşları, üçüncü at ve binicisi; kıtlıkları, dördüncü at ve binicisiyse; ölümü temsil eder. Birinci at ve biniciyi izleyen diğer üç at ve binicileri yeryüzünde felaket niteliğinde olaylara yol açarlar. Bunun nedeni gökte kral konumuna gelen İsa'nın kendi melekleriyle birlikte Şeytan ve onun meleklerini - cinleri - gökten yere atmalarıdır.

    Her nedense bu film bana biraz Anamorph'u hatırlattı. Anamorph'taki durum şuydu: Farklı açılardan bakıldığında aynı resim üstünde değişik şekiller görebilmek yalnızca anamorfik bir teknikti ve dini resimler (resimlere göre cinayet işleniyordu) de Rönesans sanatının izdüşümüydü sanki. The Horsemen için durum biraz farklı. Çünkü filmde katarsis yaşamayan karâkterlerin yaşadıkları travmalar ile yüzyüze gelip tekrar yaşayarak, elde edemedikleri duygu boşalımlarını sağlamaları ve sorunlarından kurtulmaları şart koşuluyor. Bu nedenle The Horsemen sevgi eksikliği yüzünden hayata küsen gençleri ön plana alarak işkolik annelere ve babalara yol gösteren bir film. Peki The Horsemen ele aldığı bu duyguyla ilgili bir film yapıyor mu? İşte o, film için birkaç gömlek yukarıda kalan bir soru. Zira derinlikli meseleyi ele alıp onu sığ sulara çekmek bu sıralar ana akım sinemanın en çok düştüğü hatalardan biri.

    80'li yılların "basit" korku filmlerini andıran ve dini motiflerden beslenen The Horsemen hem mekân hem de öyküleme tekniği açısından retro havası estiririrken, yönetmen Akerlund'un klişe trüklere başvurmuş olması çok absürd. Çünkü bu tarz filmler zamanında çok yapıldı. Artık özgün senaryolara ihtiyaç var. Kısacası yenilik gerek. Neden mi? Çünkü "mistisizm" bir filmin olmazsa olmazlarından. Tıpkı David Lynch filmlerinde olduğu gibi. David Lynch sinemasının özü hakkında söylenecek çok şey var. Parantez açacak olursak; filmin finaline kadar kimin kim olduğunu, neyin ne olduğunu tahmin etmek zordur. Her şey çok karmaşıktır ve tüm olaylar zincirleme olarak birbirine bağlıdır. Biri diğerinin sonucudur ve bu sonuç her zaman değişkendir. Tüm bunları bir kenara bıraktığımızda üzerinde Mahşerin Dört Atlısı yazan bu afişe bakan sinemaseverin ne düşünmesini bekliyorsunuz? Hele ki, korku filmlerinin oldukça revaçta olduğu bir dönemde.

    İyi bir korku filmi izlemek isteyenlere göre olmayan The Horsemen ne yazık ki konuyu ciddiyetle ele almak yerine, konunun içini boşaltıp ihtimamla durulan bu meseleyi bir parodiye dönüştürmeyi başarıyor ve ilk başta sarıldığı temaları ve kodları sonradan yerle yeksan ediyor. Deyim yerindeyse film başladıktan 20-30 dakika sonra katilin kim olduğunu anlıyoruz ama yönetmen Akerlund'un neden bu detayı gözden kaçırdığını hiç anlamıyoruz. Güya seyircilerin odak noktasını değiştirerek seyircilerin ilgisini başka yöne doğru çeken Akerlund, her şeye rağmen göz boyamayı beceremiyor. Bir diğer taraftan da, ideal yaşam formlarının altına süpürülmüş/ bastırılmış düşleri tercüme eden "öldürme sanatı", silahların konuştuğu, ölümün hemen yanıbaşınızda pusuya yattığı, güvensizliğin geçer akçe olduğu bir atmosferde makineli tüfek etkisi yaratıyor.

    Bu karanlık tabloda seyircilere gösterilen veya gösterilemeyen olayların dayanağının önemli bir vahiy olması durumu biraz lehine çeviriyor. Çoğu insan kutsal kitaplarda yazılı olan vahiylerden bile bihaber. Kanımca filmin en olgunlaştırıcı özelliği; Akerlund'un dini metaforları hikâyenin odak noktasına yerleştirmesi. Eğer yerleştirmeseydi didaktik olma özelliğini çoktan yitirirdi. En azından filmi izlerken Mahşerin Dört Atlısı'nın ne demek olduğunu öğrendim. O halde bilmeyenlere bunu kısaca açıklamak gerek. Mahşerin Dört Atlısı; İsa'nın hazır bulunuşunu gösteren alâmetlerle ilgilidir. Bu kısa bir dönemdir ve bunu İsa'nın Armagedon'daki yargılama için gelişi izlemektedir. Mahşerin Dört Atlısı, atlarını her zaman bu zaman dilimi arasında sürmektedirler. Luka'nın 21.bölümünde bu vahiyden detaylıca bahsedilir. Tuzu eksik bir yemek misali heyecanı tırmandıramayan film vasatların arasına girmeyi hak ediyor.

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top