Hesabım
    Arslanı Kuzulara
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    4,0
    Çok İyi
    Arslanı Kuzulara

    Vicdanınız Rahat mı?

    Yazar: Melis Zararsız

    Politik ve eleştirel bir film ile karşı karşıya kalındığında genelde önyargı, sinemanın propaganda amacı ile kullanılmış olduğu üzerinedir. Hele ki Hollywood yapımı bir filmden bahsediyorsak, bu önyargı kaçınılmazdır. Arslanı Kuzulara, Robert Redford'un yönettiği, Matthew Michael Carnahan'ın senaryosunu yazdığı, iyi aktörlerle bezenmiş, politik ve eleştirel bir Hollywood filmi.

    Filmin üç ana karakteri Tom Cruise, Meryl Streep ve Robert Redford tarafından canlandırılınca, haliyle filmin konusunu bilmeden sinema salonlarının yolunu tutanlar artıyor, belki bu açıdan kimi izleyici hayal kırıklığına uğruyor.

    Amerika'nın Afganistan'ı işgali çerçevesinde, üç ayrı mekana konuk oluyoruz. Bunlardan biri senatörün odası, diğeri siyaset bilimci bir profesörün odası, bir diğeri ise Afganistan'daki savaşın tam göbeği. Aynı saat dilimi içinde bu üç ayrı noktada yaşananlar gözlerimizin önüne seriliyor.Babel, Traffic gibi filmlerle aşina olmaya başladığımız bu tarz zamansal geçişler, kanımca bu filmde diğerlerinden daha çok yerli yerine oturuyor. Zira bu üç ayrı mekana olan atlamalarda seyirci kopmuyor, bu ne şimdi demiyor, aslında çok da fazla beyin jimnastiği yapmak zorunda kalmıyor. Hedeflenen belli, Afganistan'da savaş sürerken, tam da o anda, tam da silah sesleri, korkunç çığlıklara karışmakta iken, "klimalı odalarında" savaşla ilgili nutuk çeken bir senatör ve bir profesör var. İşte arslan ve kuzu benzetmesi burada belirginleşiyor. Savaşa giden, herşeyi birebir yaşayan arslanlar ve odalarında bekleşen kuzular.

    Filmde çok etkin olan bir unsur, diyaloglar... Senatörün, odasında güvendiği tek gazeteciyle yaptığı bir saatlik toplantıda deyim yerindeyse bir söz düellosuna tanık oluyoruz. Gerçekten içi dolu atışmalar, birbirini besleyen argümanlar... Öyle ki, filmi izlemeyi bırakıp senaristten senaryoyu istesek, altını çize çize ve notlar ala ala okuruz bu kısmı. Bu diyalogda hoş olan, tempodaki iniş çıkışlar. Adeta ritimleri sıklıkla değişen bir müzikte dans eden çiftler gibi her cümlede iniş çıkışlar yaşıyor senatör ve gazeteci.

    Bir aynı taraftalar, bir karşıtlar, bir heyecanlı, bir sakin, bir umut dolu, bir çaresiz. Konu terörle mücadele. Konu savaşı bitirmek için savaşmak. Konu, mühim. Profesörün odasına gittiğimizde de benzer bir diyalogla karşılaşıyoruz. Aklına, fikrine, yeteneğine güvendiği ama artık umudunu yitirdiğini ve hiçbir şeyi umursamadığını fark ettiği genç siyaset bilimi öğrencisini sarsıp kendine getirmek için odasına çağıran profesör, gerçekten de zekası ve bilgisiyle bizleri de hayran bırakan bu öğrenciyle gene inişli çıkışlı bir söz dansına tanık ediyor bizi.

    Birey olarak savaşı, yaşananları görmezden mi gelmeli, yoksa mücadelenin bir parçası mı olmalı? Mücadelenin bir parçası nasıl olunur? Arslan olup savaşa gidip ölerek mi, en azından bu konuda düşünerek, yazıp çizerek ve bir şeyler üreterek mi, yoksa kuzu olup kararlar vererek, kağıtlar imzalayarak, haberler oluşturarak, gündemi - kaderleri - değiştirerek mi? Yani aslında burada arslanlar, kuzular, bir de arada kalanlar var.

    Gelelim filmin yanlılığı konusuna. Daha doğrusu, önyargılarımızın neden gerçek yargılar haline geldiğine... Evet, elbette her halk kendi masum insanını savunmak ister, kendi yönetim biçimini dürüstçe eleştirebilir ve bununla ilgili bir şeyler üretebilir. Ve elbette 9/11 olayında olduğu gibi, binlerce masum Amerikalı vatandaş da bu savaşlarda yok yere ölmüştür, ölmektedir. Ama savaşa alkış tutan zaten Amerika'nın ta kendisi iken, esas Amerika'nın politikası tüm dünyayı etkilemekteyken, sadece ve sadece, "savaşa savaşla cevap vermekle biz hata yaptık, kendi askerlerimizi de boş yere ölüme gönderdik" diyip çekilmek biraz eksik bir bakış, biraz yanlı bir tutum olmuyor mu?

    Madem bu kadar derine girildi, madem eleştiri adına diyalog diz boyu kullanıldı; keşke bunu daha da analitik bir hale getirip, yanlış ve düşman politikalar yüzünden boş yere ölen tüm insanlara daha geniş bir perspektiften bakabilseymiş Arslanı Kuzulara. Keşke Afgan halkı da görüntülenseymiş mesela filmde, "öteki" şeklinde konumlandırılmak yerine.

    Afganistan'a yağdırılan bombalar binlerce masum insanın tepesine düşüyor. Ölümün kimliği olmuyor, ölen insanın Amerikalı, Türk ya da Japon olması, masum bir insanın 21. yüzyılda hala vahşice öldürülmekte olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Oysa ki bu oyunun kuralları böyle, değil mi? Savaşa savaşla cevap verirken birtakım fireler verilir, ülkenin başındakiler kendi halkıyla karşı karşıya kalır, iç savaşlara kadar gidecek çelişkiler yaşanır, birileri de filmlerinde kimilerini suçlu kimilerini masum çıkaran sanal mahkemeler oluşturarak vicdanen arınır ve izleyeni arındırır.

    Film gerçekten de düşündürüyor, ama bir sonuç vermiyor. Bir çözüm sunmuyor. En fazla "apolitik" olma, diyor belki, bir tavrın olsun kişi olarak, tavrını belli et ve umudunu yitirme. Bu yeterli mi? Filmde gazetecinin, hoşuna gitmeyen bu siyaset-medya ilişkisine, işini bırakıp giderek tepki vermiş olması yeterli mi? Vicdanı rahat mı? Vicdanımız rahat mı?

    Terörün bir ülkenin değil tüm dünyanın sorunu olduğu bu zamanda, böyle bir film izlendiğinde akla tek soru geliyor, savaş ne zaman bitecek?

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top