Sisli Zamanlar
Yazar: Serdar KökçeoğluStephen King’in uçsuz bucaksız popüler korku edebiyatı Hollywood’u beslemeye devam ediyor. Son yıllarda dizi ve televizyon filmlerinin de çoğalmasına paralel olarak King uyarlamaları takip edilmesi güç bir hızla artmaya başladı. Yazarın da oldukça üretken olduğunu düşünürsek şimdilik öyle bir ihtimal yok belki ama King bir şekilde yazmayı bıraktıktan sonra kaleme aldığı tüm hikaye ve romanlar filmleştirilirse hiç şaşırmamak lazım. Öte yandan şöyle de bir gerçek var, yazarın doğrudan korku edebiyatına giren eserlerinden çok güçlü filmler çıkmıyor artık. Yazarın korku dışı kitaplarından kalıcı filmler çıkarmayı başaran ve bir tür King uzmanına dönüşen Frank Darabont’un bu yöndeki çabası ise tam anlamıyla başarıya ulaşamıyor. Bunun en büyük nedeni Darabont’un Öldüren Sis’in finalinde yaptığı ve filme kalıcı zararlar veren bazı tercihlerden kaynaklanıyor.
Henüz cep telefonlarının korku unsuru olarak gündelik yaşamda yerini almadığı, sakinlerinin birbirine adıyla hitap ettiği ve fırtınalar dışında insanların rutin bir hayat sürdüğü tipik bir Stephen King kasabasındayız. Bu defa filmin ana kahramanı bir yazar değil, bir afiş tasarımcısı; ama sanatçı kişiliğiyle aile bağlarını birlikte götürmesiyle klasik King kahramanlarından çok da farklı değil. Fırtınalı bir sabah oğluyla birlikte alışveriş merkezine gidiyor ve bir grup kasaba sakiniyle birlikte burada mahsur kalıyorlar. Derken, aniden kasabayı basan sis farklı bir boyuttan içeri sızan çeşitli canavarlar getiriyor alışverişe.
Frank Darabont öncelikle kahramanlarına zamansız, klasik kasaba insanlarına özgü kıyafetler giydirerek ve cep telefonu, internet gibi güncel iletişim hadiselerini dışarıda bırakarak romana sadık kalmak istediğini baştan gösteriyor. Tekinsiz atmosferi ile King’in okuyucuyu korkutmayı en çok başaran kitaplarından birini uyarladığının da farkında ve özellikle canavarların kendini göstermeye başladığı anlarda kitabın etkisine yaklaşıyor. Dar mekanın içinde hareketli zoom kullanması etkili bir seçim olsa da, canavarın ilk gözüktüğü sahnede b-movie’lere özgü bir yapaylık taşıdığını da vurgulamak lazım. Neyse ki sonraki sahnelerde 'dopingli' böcekler bu teknik açığı kapatıyor ve sona saklanan dev canavarlar sisin içinde gayet güzel kamufle ediliyor.
İşin börtü böcek kısmını geçtikten sonra Darabont’un esas meselesine gelebiliriz. Korku sanatları üzerine yazdığı denemelerde Twilight Zone dizisine olan bağlılığını sık sık dile getiren Stephen King’in The Mist öyküsünü bu diziden esinlendiğini söylemek herhalde yanlış olmayacaktır. Klasik korku öğelerini soğuk savaş, kitlesel paranoya, ırkçılık, adaletsizlik gibi ciddi siyasi ve toplumsal konuları ele almak için bir araç olarak kullanan dizide, gerçek bir dahi olan Rod Serling b-movie atmosferinde ciddi toplumsal eleştiri yapmıştır. Şüphesiz Stephen King de davetsiz misafirleri bahane ederek bir kıyamet provası yaptırıyor görünüşte sıradan karakterlerine. Darabont’un da ilgisini bu konu çekmiş olmalı ki, kitabın bu yönünü geliştirmeye çalışmış fakat bir b-movie için (filmin Türkçe adını düşünün) fazla derinlere inmeye çabalamış.
Aslında Öldürücü Sis’i sıradan korku filmleri arasına koymamak için pek çok nedenimiz var. Bir kere demode olmayı göze alarak, güncel korku araçlarına (kan, işkence, hoplatan ses efektleri) mesafeli duruyor ve bizi korkutmak dışında bir derdi olduğuna inandırmayı başarıyor. Canavarların saldırıları karşısında çaresizleşen insanların bir meczupun sayıklamalarına sığınması ve hatta iyice 'gerileyerek' canavarlara kurban vermeye başlaması, uygarlığın biçimsel bir değişim olduğu, insanın içindeki ilkelin daima hazırda beklediği şeklindeki düşüncelere yaratıcı bir örnek oluşturuyor. Hatta film çaktırmadan siyasi ve dini reçeteleri de bu ilkelliğin bir parçası sayarak, sadece ateistlere çıkış yolunu gösteriyor (ama vermiyor).
Darabont yazdığı karanlık senaryo ile ciddiye alınmayı bekleyen, entelektüel açılımları olan bir kıyamet sonrası filmine imza atmış. Dead Can Dance’in müziği eşliğinde intiharı bir çözüm olarak sunan, son derece umutsuz ama nafile bir final hazırlamaktan bile geri durmamış. Bunun bir hata, hatta filmin yapısını bozan ciddi bir hata olduğunu söylemek lazım. Belki de Dead Can Dance’in trajik bestesi hiç çalmamalıydı ve çıkışsızlık yerini en azından izleyicinin yorumlayabileceği türden bir belirsizliğe bırakmalıydı. Son dakikada gol yemek yedinci sanatta böyle birşey olsa gerek. Üstelik bu golü King’in hikayesine fazladan anlam yükleyen 'kral dostu' yönetmenimiz bizzat kendi atıyor.