Ye Dua Et Sev
Yazar: Ali Ercivanİnsan olarak kendimize kurduğumuz sistemin daha çok mutsuzluk ürettiğiyle yüzleşmemiz lazım belki. Dokuzdan beşe işler, toplumsal kurumlar, kentsel yaşam çözümden çok dert üretiyor. Herkes bir kaçış arayışı içinde. Örneğin fantastik sinema ve edebiyatın popüler alandaki yükselişinde bunun şüphesiz etkisi var. Masallara hepimiz ihtiyaç duyuyoruz. Ve sanat, kaçış hikayeleri üretmek için ideal araç.
Özellikle kentli kadınlar arasında iyice popüler olan kişisel gelişim, kendini keşfetme gibi akımlar var bir de. Bunların mutluluk getirdiği insanlar varsa, bize söyleyecek söz düşmez. Ancak "kendini sev, potansiyelini keşfet" benzeri mesajların birer ticari tuzağa dönüştüğü noktada, hepsinin samimiyetini de sorgulamak lazım. Ye Dua Et Sev (Eat Pray Love), özellikle kadınlara, hayalini kurduğunuz kaçışı içinizden birinin gerçekleştirebileceği fantezisini satıyor. Kitabı okuduğunuz veya filmi seyrettiğiniz süre boyunca sizde o kaçışı tecrübe edebilir, her şeyi bırakıp gidebilir, dünyayı dolaşabilir, kendinizi baştan yaratabilir, dolaylı da olsa o tatmini yaşayabilirsiniz. Teoride bir sorun yok. Sinemanın işlevi her zaman biraz budur zaten.
Fakat kendimizi kolayca teslim etmeyelim lütfen. Gerçekten doğru noktalardan mı yola çıkıyor karşımızdaki film (veya kitap)? Somut ve samimi çözümler mi sunuyor? Yoksa sadece cüzdanlarınıza mı göz dikmiş?
Daha karakterlerini tanıtma aşamasından itibaren sorunlu ilerliyor Ye Dua Et Sev. Kahramanımız Liz'in mutsuz evliliğini anlayamıyoruz bir kere. Sonradan fazlasıyla çocuksu ve hayalci olduğunu öğreneceğimiz ama ilk bakışta gayet ciddi ve soğuk gözüken kocasında bir film karakteri olarak sorun var. Daha biz adamı ve evliliği tanımadan, sebebini çözemediğimiz bir mutsuzluğun içindeki kadınla empati kurmamız bekleniyor. Şu haliyle bencil gözüken Liz. Yaşadığı şey, olağan bir orta yaş krizi. Hepsi o. Filmin buna daha fazlasıymış gibi davranması, sadece ticari damarı orada görmesinden.
Ye Dua Et Sev turistik gezi filmi gibi. Ama her şey kaba etiketler, sığ klişeler üstünden gidiyor. Liz ile beraber önce İtalya'ya gidiyoruz. İtalyanlar, gamsız tasasız, hayatta tek dertleri yemek ve seks olan insanlar sanki. Mutsuz yaşamına hapsolmuş ev kadınları İtalya'yı böyle mi görmek istiyor gerçekten? İkinci durağımız Hindistan. Rengarenk egzotik kıyafetler içinde meditasyon yapan insanların ve hayatlarına anlam katmaya çalışan turistlerin diyarı. Son durak Bali ise bir aşıklar cenneti. Hiçbirinin daha derini yok. Kartpostallardan ibaretler.
Ve bu yolculuk boyunca Liz güya kendini buluyor. Biz gerçekten bunu mu görüyoruz peki? Yoksa bütün sıkıntısı başkalarına veya herhangi bir düzene ayak uydurmak olan şımarık bir kadının, bilge kabul ettiği çeşitli insanların her dediğini yapıp, bunu da hayatına denge getirmek zannettiği bir öyküyü mü izliyoruz? Liz ancak her kafasına eseni yaptığında, canının istediği kadar yiyip içebildiğinde, bütün zamanını meditasyon yaparak geçirip her türlü sorumluluktan kaçabildiğinde mutlu sanki. Karşısına yeniden aşık olduğu bir adam çıktığında mutlu oluyor. Ama her şey sevişip keyif yapmaktan ibaret olduğu sürece. Ne zaman ki işin ciddiye bindiğini görüyor, hemen geri basıyor. Filmin mutlu bir finale ulaşması için yine bilge Ketut'un ona adamın peşinden gitmesini söylemesi gerekiyor. Yoksa kendi başına o inisiyatifi gösteremeyecek kadar bencil bir kadın Liz.
Ve benim bütün bu hikayeyi samimi bulabilmem maalesef mümkün değil. Nip/Tuck ve Glee gibi televizyon projeleriyle tanıdığımız yönetmen Ryan Murphy, kentli kadınlara yönelik filmlerin iyi para getirdiğinin yeniden keşfedildiği bir dönemde, bu projeyi oldukça avantajlı görmüş belli ki. Bu filmin arkasındaki motivasyon, kesinlikle daha fazlası değil.
Ye Dua Et Sev, ufak tefek keyifli anları olan ama 130 dakikayı aşan süresiyle alabildiğine boğucu bir film. Ve bu filmde dünyayı dolaşıyoruz. Bu hafta vizyona giren bir diğer Amerikan filmi Toprak Altında (Buried), 90 dakika boyunca tek bir tabutun içinde geçmesine rağmen çok daha akıcı ve dinamik bir film. Başka söze gerek var mı?
Twitter: aliercivan