Hesabım
    Gerçek Sevgili
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    4,0
    Çok İyi
    Gerçek Sevgili

    Lars and the Real Girl

    Yazar: Mert Yenici

    !f İstanbul kapsamında izleme şansına eriştiğimiz Lars and the Real Girl, maalesef ki vizyona uğramadan ülkemiz semalarını geldiği hızla terk etmişti. İlginç, garip ve belki de en doğru tanımla "sorunlu" karakterler yaratma çabası içinde olan Amerikan bağımsız sinemasının son dönemlerdeki örneklerine bakacak olursak, en basitinden filmin aday olduğu "En İyi Orijinal Senaryo" dalındaki diğer adaylara göz gezdirirsek (Juno, The Savages ya da geçen seneki Little Miss Sunshine örneği), durumu pekala kotardıklarını söylememiz de mümkün. İlk bakışta biraz bu akımdan nasipleniyor gibi gözüken Lars and the Real Girl, aslında hiç de böyle bir çabanın içinde değil.

    Her ne kadar verdiğim "ilginç", "garip" ve "sorunlu" tanımlarına uysa da Lars'ın durumu biraz daha farklı ve Six Feet Under gibi uçuk bir dizinin senaristliğini yapmış Nancy Oliver gibi bir ismin ellerinde olmasaymış kolayca sulandırılmaya da müsait. Daha filmin başında, mimikleri ve hareketleriyle durumundan kıllandığımız Lars, beraber yaşadığı babası ölünce, abisi ve yengesinin yanına, evlerinin garajına taşınmıştır. İçinde bulunduğu travmatik durum hakkında film boyunca azar azar kısa diyaloglarla fikir sahibi olduğumuz Lars, eşinin ölümünden sonra kapıldığı yalnızlık duygusunu bastıramayan bir baba tarafından, abisinin kendisini kurtarmak için kaçıp gittiği bir evde yetiştirilmiş. Bu olayların Lars üzerindeki etkilerini, "kör gözüne parmağım" yapmayan senaryo sayesinde tüm film boyunca görebiliyoruz.

    Emily Mortimer'ın bilhassa Ryan Gosling ile karşılıklı sahnelerde hikayeye çok şey kattığı Lars'ın yengesi Karin, kendilerine mesafeli duran Lars'ı aileye dahil etmek, yalnızlığından çekip çıkarmak için elinden gelen her şeyi yapıyor. Hamile olan Karin, Lars'ın gözünü korkutan diğer bir unsur. Annesini doğum sırasında kaybeden kahramanımız, psikiyatristin sorduğu "Amca olacağın için heyecanlı mısın?" sorusunu doğru düzgün yanıtlamayarak aslında aynı şeyin tekrar yaşanmasından çok korktuğunu gösteriyor. Biraz da bu yüzden Bianca'yı yaratışı, ona bağlanışı. Hem yakınlaşmaktan, insanların ona dokunmasından rahatsız olan, hem de onları kaybetmekten korkan Lars, Bianca'yla rahatlıkla ilişki kurabiliyor, "kaybedersem" endişesi olmadan. Öte yanda Paul Schneider'ın destekleyici bir performans sunduğu tam bir "abi" olduğu Gus var, içten içte bırakıp gitmekle suçlu olduğunu bilen ama bunu kendisine bile itiraf edemeyen. Karısının bütün uyarılarına rağmen, Lars'ın durumunda bir sorun olmadığı konusunda ısrarlı olan Gus, kardeşi şişme bir kadını alıp potansiyel gelin adayı diye karşısına koyana kadar durumun vehametinin farkında değil, ya da olmamayı seçmiş.

    Eğer filmin Lars karakteri ve Ryan Gosling'in performansı üzerinden geçindiğini zannediyorsanız, çok aldanırsınız. Normalde, zorlama yan karakterler gibi duracak tüm karakterler, oyuncuların, senaryonun ve yönetmenlerin (bilhassa görüntü yönetmeninin) üstün başarısı sayesinde başrol oyuncuları kıvamında duruyorlar. Hatta şişme bebeğimiz Bianca o kadar güzel yönetiliyor ki, koca koca insanların plastik bir hatuna gerçek muamelesi yapmasını yadırgamak bir yana onun gerçek olduğuna bile inanmaya başlıyorsunuz. Tabi bu demek değil ki Ryan Gosling döktürmemiş. Bu kadar sakat, karikatürize edilmeye bu kadar müsait bir karakteri böylesine gerçekçi, abartısız canlandırmak her baba yiğidin harcı değil. Her gözüktüğü karede gülümsetirken haline acımadan da edemediğimiz Lars'ı bir duygu sömürüsü aracı haline getirmediği için de ayrı bir alkışı hak ediyor.

    Lars'a aşık olan ama ondan karşılık göremeyen Margo rolünde Kelli Garner'ın doğallığına ve Bianca'ya gerçek muamelesi yapmak zorunda kalan, sonradan duruma iyiden iyiye alışan kasaba sakinlerinin naifliğine ise hayran kalmamak mümkün değil. Tüm ekip, Bianca dahil, üstüne düşeni o kadar iyi yapmış ki ortaya çıkmış olan böyle bir projenin bu kadar az ses getirmiş olması, kıyıda köşede kalmış olması insanın içine oturuyor.

    Sadece Ryan Gosling ismini görüp gittiğim ve yüzümde kocaman zevzek bir sırıtışla ayrıldığım bir festival izleyicisi olarak söyleyebilirim ki filmle ilgili tek hayal kırıklığım, böylesine ince işlenmiş bir senaryo yazmış olan Nancy Oliver'ın parmaklarının Oscar Heykelciği'ne dokunamamış olması olabilir herhalde. Eğer kıstas orijinallikse, sunduğu hikaye ile Juno'dan çok daha özgün bir yerde durduğu aşikar. Kim takar Akademi'yi derseniz, en klasik tabirle, insanın içine işleyen müzikleri, hikayesi ve oyunculuklarıyla sizin kişisel ödüllerinizi silip süpüreceğine garanti verebilirim.

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top