<b>Okul</b> Ağlıyor!: Sinefil Faktörü
Yazar: Ali Ercivan90'ların tam orta yerinde, Kevin Williamson denen bir adam, Scream (Çığlık) adlı film için yazdığı senaryoyla sadece korku türünün değil tüm bir dünya sinemasının içinde yeni bir eğilime öncülük etti. Korku türü içinde Williamson'ın dışında Joss Whedon gibi başarılı yaratıcıların da kimi iyi örneklerinin altına imza attıkları çeşitli sinema filmleri ve/veya televizyon dizilerinde göze çarpan bu eğilim, hem türün gereklerini yerine getirme hem de türü yapıbozuma uğratarak bir nevi kendi kendisinin parodisi olarak işleme şeklinde tezahür ediyordu.
Doksanlar sinemasıyla birlikte, özellikle işlenecek konuların da artık tükendiğine dair bir inanışın uzantısı olarak, sinema kendisine bakmaya başlamıştı. Belki diğer farklı sanat formlarında da gözlendiği üzere, referanslar üzerine kurulu bir hikaye anlatma yolu izleniyor ve bu, ister seyirci ister senarist ister yönetmen olsun, tüm sinefillere yeni bir keyif alanı sağlıyordu. Filmleri, bize başka filmleri hatırlattıkları ölçüde sever olduk. Artık anlatacak yeni öyküler kalmadığına ikna olmuş sinemacılar, içlerine dönüp sinema sevgilerini çözümlemeye ve perdeye yansıtmaya başladılar. Tüm sinemalarını, bırakın sinema tarihini, sadece kendi filmleri arasındaki ilişkiler, referanslar üzerine kuran yönetmenler tanıdık.
Çeşitli türler içinde kimi iyi kimi kötü örnekler arasında, en öne çıkanlar, bu "sinefil faktörü"nün belirleyici isimleri Kevin Williamson ve Quentin Tarantino oldu belki de. Rezervuar Köpekleri'nden Çığlık üçlemesine; oradan Donnie Darko'ya ve Kill Bill'e, birçok örnek, biz sinefillere büyük keyif verdi. Okul'u da bu eğilimin son halkalarından biri olarak okumak yanlış olmaz.
Hayalet Kitap'tan Okul'a giden yolda Doğu Yücel-Taylan Biraderler denkleminin çok yerinde olduğu açık. Roman, kendini, daha ilk sayfada önümüze çeşitli filmlerden alıntılar koyarak tarif ediyordu. Doğu Yücel gibi Taylan biraderler de açıkça sıkı sinefiller. Tüm benzerleri gibi, onları sinema yapmaya sürükleyen de bu film izleme aşkları. Taylan biraderlerin, romandaki referanslar zincirini, ekledikleri yeni halkalarla iyice zenginleştirdikleri de kesin.
Ama kaçırılan bir nokta var. Yukarda bahsettiğim eğilimin en başarılı örneklerine baktığımızda karşımıza çıkan, düz biçimde alıntılar yapmanın ötesinde, hepsinin ele aldıkları türe, biçime, filmlere, yönetmenlere, yeni birer yaklaşım getirdikleri. Önünde sonunda hepsinin kendi üslubunun, derdinin olduğu. Tamamıyla eklektik olsalar bile, hepsinin özgün olmayı başarabildiği.
Okul bunu başaramıyor ne yazık ki. Bir "okula giriş" sahnesini aynı şekilde çekmekle Donnie Darko'ya hoş bir saygı duruşunda bulunabilirsiniz. Ama sıra içerikte boy ölçüşmeye geldiğinde, alıntı yaptığınız ders kitaplarındaki tanımlamalardan daha derin bir şey koyamıyorsanız ortaya, başarılı kabul edilebilir misiniz? Karakterlerinizden birinin üzerine bir filmin tişörtünü giydirmek, belki o filmi hatırlayan ve sevenlerin yüzünde hafif bir gülümseme belirmesini sağlayabilir ama söz konusu sinemasal anlayış bundan daha sofistike numaralar gerektirir diye düşünüyorum.
Şu sıralar vizyonlarımızda olan Tarantino'nun dördüncü filmi bize eşi bulunmaz bir mukayese fırsatı sağlamıyor mu? Tarantino, tutkunu olduğu bir türe karşı saygı duruşunu ilk kez bu kadar saf bir şekilde sunmadı mı bize Kill Bill'de. Ama filmin bir kolajdan öteye gidemediğini söyleyebilir miyiz? Tarantino, tamamını daha önce gördüğümüz bir malzemeden yepyeni, taptaze bir film çıkarmamış mı?
Okul bu anlamda amacına ulaşamamış bir film. Bırakın yapıbozumu, referansları falan; bugün artık normal bir korku filminden bile en azından bir yeni trük bekler seyirci. Özgün, yaratıcı bir fikir. Okul malesef bunları sunamıyor ve çıkmazının farkına vardığı noktada korku-komedi türünün komedi kısmına sığınıyor. Filmin bazı komedi sahneleri -itiraf etmeli- gerçekten komik. Ancak fantastik ile komediyi birleştirmeye çalışırken, öykündüğü Joss Whedon dizilerinin düzeyine de ulaşamıyor.
Okul'un temel sorunu da bu. Bütünüyle bir yerlerden alıntı, bir şeylere özenti, birileri gibi yapmaya hevesli olması. Ve bunu başaramaması. Taylan biraderlerin bugüne dek yaptıkları işlerin genelinde aynı durumun göze çarpması cesaret kırıcı (bir X-Files versiyonu, bir Charlie'nin Melekleri versiyonu...). Yönetmen kardeşler, sinema sevgilerinin ötesinde, yaratıcı bir kapasiteleri olduğuna dair henüz hiçbir işaret sunamamışlar bize.
Ama elbette yapılan her yeni işi desteklemek gerek. Başarısız örnekler, uzun vadede Türk filmlerinin seyircisini yeniden kaçırır mı bilinmez. Ama Okul en en azından belli bir yaş grubu içinde olumlu tepki topluyor olduğunu tahmin edebilir ve bunların geleceğin yetişkinleri olduklarını düşünerek, kendimizi avutabiliriz. Şu sıra herkesin Türk filmlerine köstek değil destek olmak konusunda son derece duyarlı bir tavır sergilediğini görmek de güzel. Ama kredilerin hızla tüketilmemesine daha fazla özen göstermek gerekiyor.
Romanın bazı sorunları filmde de kendini tekrarlıyor. Güldem'in nasıl da okuduğu hikayelerin içine dalan bir insan olduğunu neredeyse aynı bu kelimelerle anlatarak, kurmaya çalıştığı gerçekliğe bir dayanak sağlamaya çalışan yazar, aynı şeyi filmde de "O kadar içten okudu ki, yaşadı" gibi lafa dayalı, kolay çözümlerle halletmeye çabalıyor. İki cümleyle bu tip bir tanımlama yapmak, ne yazık ki okuyucuyu/seyirciyi ikna etmenin yolu değil.
Benzer şekilde, sürekli Gökalp'in yazdıklarının ne kadar iyi, güzel, etkileyici olduğuna vurgu yapan roman yazarı, basbayağı ortalama olan bu metinlerin derinliğini okuyucuya dayatmaya çalışırken, karşısındaki sorunları savuşturamıyor. Neticede buna karar vermesi gereken okuyucudur. Filmde daha ekonomik kullanılmış olsalar da, Gökalp'in hikayeleri hastalıklı, vıcık vıcık romantik bir "nerd" portresi sunmaktan öteye gidemiyor. Ve bu karaktere sempati duyamıyoruz. Yazık ki film aslında tam da bunu gerektiriyor.
Diyalogları büyük ölçüde başarısız olan filmde, olay örgüsünde de inanılmaz boşluklar ve sırf belli mizansenleri yaratabilmek için ite kaka kurulmuş zoraki durumlar var. Uyarlama aşamasında yapılan kimi tercihler çok yerinde aslında. Olayların lisede geçmesi ve ÖSS sınavının filme dahil edilmesi zekice bir fikir. Fakat başlanılan bu iş de tamamlanamamış ve ÖSS meselesi de hiçbir noktaya varmayarak havada kalmış, yeterince değerlendirilememiş.
Taylan biraderlerin sinema dili, özgün olmasa da en azından düzgün. Görüntü Yönetmeni Soykut Turan'ın başarılı bir iş çıkardığını söylemek mümkün. Ama örneğin, Sinan Çetin'in gala çıkışında iddia ettiği gibi, filmin ses konusunda başarılı olduğu söylenemez. Ses, Türk sinemasının belki de en ciddi teknik çıkmazı. Ve Okul'da da bu yetersizliği görüyoruz. Sinema okullarında da kimsenin ses alanına yönelmiyor olması, yakın gelecekte de bu durumun değişmeyeceğini gösteriyor ne yazık ki.
Ve jenerikteki tabiriyle "Yaratık Tasarımı"! Galip Tekin'in ortaya çıkan iş hakkındaki görüşlerini almak isterdim. Çünkü Dünya Gençlik Merkezi'nden satın alınmış korku maskelerinden kesinlikle daha iyi olmayan makyaj efektleri, tam bir felaket! Cep telefonu yaratığı için yapılan ilk plandaki efekt ise oldukça başarısız.
Oyunculukların büyük kısmı başarılı. Özellikle gençler! Ersin, kötü yazılmış diyaloglarına rağmen, belki de çelişkileri en iyi yansıtılmış karakter. Ediz ve Orçun karakterlerini oynayan iki genç arkadaş tam bir casting harikası! Mükemmel tipler ve gerçekten çok iyi de oynuyorlar. Ahmet Mümtaz Taylan bir kez daha son derece keyifli bir performans vermiş. Yazıma başlık olarak seçtiğim o akla ziyan diyaloğu da olmasa...
Filmin iki ana karakterine gelirsek, öncelikle Nehir Erdoğan'ın neden böylesi bir yükselişte olduğuna hiçbir anlam veremediğimi söyleyeyim. Yetenekleri sınırlı ve bir filmi sürükleyecek albeniden yoksun bir oyuncu. Filmin hayaleti (bu arada filmin, çift anlamlı "hayal-et" esprisini de yeterince vurgulamayı beceremediğini söylemek isterim) Burak Altay gerçekten sinema için müthiş bir yüz. Kendisi yetenekli de bir genç oyuncu.
Bay E meselesine de değinmek isterim. Aslında filmin belki de en eğlenceli sahnesi bu Vivid sahnesi. Ancak işin bazı kısımlarını anlamakta da güçlük çekiyorum. Her şeyden önce, Bay E gibi bir kepazelikten, neden Türk sinemasının güzide bir değeriymiş gibi bahsediliyor? Dalga geçilen tam olarak ne? Okul müdürü, Amerikan özentisi bir gençlikten ve Amerikan sineması altında ezilen Türk sinemasından bahsederken, Bay E'nin nereye oturduğu sanılıyor? Ve yapay, daha ziyade Amerikan filmlerindeki gençlere benzeyen karakterleri; korku sineması için bizim topraklarımızda olağanüstü malzeme varken, Amerikan filmleri gibi olmaya çalışan sinemasıyla Okul, kime ne laf sokmaya çalışıyor?
Sonuç olarak, Okul, ne kadar iyi niyetli bir çaba olursa olsun, hedefi ıskalamış bir başka çalışma olarak kalıyor. Sinema-Edebiyat ilişkisinde, iyi romanlardan iyi filmler çıkarmanın zorluğu bilinir. Büyük filmler çoğunlukla vasat romanlardan çıkmıştır. Ancak bu her vasat romandan iyi bir film çıkacağı anlamına da gelmiyor ne yazık ki...
Ali Ercivan