<strong>Venus</strong>’ün Değerli Taşı
Yazar: Zeren Somunkıran"Doksanıncı yaşımda, kendime bakire bir yeniyetmeyle çılgınca bir aşk gecesi armağan etmek istedim" diye başlıyor Gabriel García Márquez'in Benim Hüzünlü Orospularım isimli kitabı. Kitabın sayfalarını birer birer geride bıraktıkça, bu ilk cümledeki şehvet arayışı gibi görünen arzunun temelinde, yaşlılığın pekiştirdiği yalnızlığı doldurmak isteyen sevgi ve şevkat arayışı olduğunu anlıyorsunuz. Roger Michell'in Venus'ünü izlerken bu hüzünlü romanın başkişisinin içinde yaşattığı dramı düşünmeden edemedim. Beynimin bir tarafındaysa, Nobokov'un Lolita'sının tutku ve takıntıyla örülmüş satırları sıralanıyordu.
Yaşlı bir adamın kendisinden neredeyse elli yaş küçük genç bir kıza karşı duyduğu aşk ve cinsel çekimin merkezinde dönen bir konusu olan Venus, ilk on beş dakikası içerisinde tüm bu çağrışım yaptırdığı eserlerin arasında kendisine özel bir yer edinebileceği izlemini yaratıyor. Ama sadece ilk 15 dakika. İlk dakikalarda kesinlikle ilginç olabilecek bir film ile karşı karşıya olduğunuzu düşünürken filmin eteğindeki tüm taşları bu kadar derinlikten uzak bir şekilde ilk 15 dakikada döktüğünü görmek, çok büyük bir hayalkırıklığı. Sonrasında da, bir ümit beklediğiniz toparlamayı yapamaması, bu hayalkırıklığının etkisi ile filme karşı mesafenizi bir türlü aşamadan sonunu getirmenize yol açıyor.
Peter O'Toole gibi bir devi kadrosunda bulundurmasının artısı ile başlıyor film. Yakışıklı, herkes tarafından beğenilen ve aranan bir aktörken hala bazı film ya da dizi projelerinde kendisine uyan yaşlı adam rolleri bulabilen Maurice, ruhundaki açlığın yaşlı bedeni tarafından doyurulamayacağının farkındadır. O da kendisine, yaşlı bedeninin yaşayışına uyan bir rol seçer. Yaşlıdır; bedeni yaşayabilmek için desteğe ihtiyaç duymaktadır. Her yaşlı insanın yaptığı gibi her gün düzenli bir şekilde ilaçlarını almalı ve artık kalan vaktini, eski arkadaşları ile birlikte sohbet edip eski günleri yad ederek geçirmelidir. Ne de olsa artık 'son'a gelmiştir. O yaşa kadar gelmiş bir adamın oturup ölümü beklemekten başka hayattan ne tür bir beklentisi olabilir(!)? Ama Maurice için ölüm, henüz gelmeden yatağı hazırlanacak bir misafir değildir. Nitekim, arkadaşı Ian'ın yirmili yaşlarının başındaki yeğeninin hayatına girivermesi ile ölüm yerine yaşam gelmiştir misafir olmaya.
Buraya kadar herşey gayet yolunda giderken, olaylar birden bire beşer onar basamak atlarcasına bir hızla ilerlemeye başlıyor filmde. Maurice'in genç kıza duyduğu duygusal ve cinsel yakınlığın temelleri bile daha ortada yokken anlamsız bir yakınlaşmaya şahit oluyoruz. Model olma sevdası ile dayısının yanına gelmiş, son derece kaba, içkici taşralı bir kız modeli olan bu genç kıza Maurice'in duymuş olduğu yakınlığın nedenini anlatabilecek tek bir sahne bile yokken ortada, öyle bir durum yaratılıyor ki, sanki o anda Maurice'in karşısına kim gelirse gelsin benzer yakınlığı duyacaktır. Halbuki Maurice'in içinde bulunduğu ruh halinin bu kadar derinliksiz olmadığı, filmin pek çok sahnesinde çizilmektedir.
Kıza karşı gösterdiği yakınlığın sadece cinsellik temelli olduğunu farzetsek bile Maurice'in bu arzularının izlerini yakalayamadan ilk dokunuşa şahit oluyoruz. Bu anlamda, filmde anlatılmak istenen durumun, haksız bir sığlığa mahkum edildiğini düşünüyorum. Birine, hayatını özetlemesini istediğinizi söyleseniz ve size sadece "doğdum, büyüdüm ve öldüm" gibi bir cümle kursa, nasıl o insanın hayatına dair derinliklerin hiçbirini keşfedemezseniz, Venus'te kendisini benzer bir keşiften mahrum bırakıyor. Öyle ki, Yunan Mitolojisi'ndeki aşk tanrıçası Afrodit'in Roma Mitolojisi'ndeki Latince karşılığı olan Venüs isminin bile Maurice tarafından hangi nedenden dolayı kıza uygun görüldüğünü de anlamak mümkün değil. Güzelliği mi, erotizmi mi, gençliği mi, yoksa asiliği mi?
Filmin etkileyiciliğinden çok şey götüren bu eksisine rağmen Peter O'Toole'ün muhteşem bir performans sergilediği bir filmi nereye kadar eleştirebilirsiniz ki! Rolü olan sahnelerde kendisinden başka bir oyuncuyu izleyemez halde, sadece ona kitleniyorsunuz. Filmi yavanlaştıran senaryodaki boşlukları, sadece kendi varlığıyla doldurup filmi olduğundan çok daha yüksek bir noktaya çıkarıyor. Anlatımdaki eksikler nedeni ile vasatın ötesine geçmesi mümkün olmayan bir filmin, kadrosunda böylesi bir oyuncuyu barındırması ile ilgiyi hak edebilecek bir noktaya gelmesi, ancak bu kadar olur herhalde. Bu da, yönetmen Roger Michell'in en büyük şansı olsa gerek.
Oyuncunun bu performansının Oscar'la taçlandırılmamış olmasının bir haksızlık olduğunu düşünenler var. Haksızlık kısmını bilemeyeceğim, zira İskoçya'nın Son Kralı'nda Forest Whitaker'ın da çok başarılı bir oyunculuk sergilediğini düşünüyorum ama şu bir gerçek ki, Peter O'Toole'un başarısında, muhteşem oyunculuğunun ötesinde bambaşka bir karizma da gizli. Film, kendi içinde yaşlılığın ezikliklerini sunarken Peter O'Toole'ün bizzat kendisi, yıllarla zenginleşmiş bir hazine gibi. Bir oyuncu böylesi bir noktaya eriştikten sonra Oscar olsun olmasın, ne farkeder? Belki sadece hazinenin içinde ufacık bir değerli taş...