’Ölse de Olur, Ölmese de’ mi Acaba?
Yazar: Zeren SomunkıranDünya politikasında en çok nefret ettiğiniz insan sorusuna verilecek cevaplar arasında Amerikan Başkanı'nın ismi, hiç bu son yıllarda olduğu kadar çok geçmemiş olsa gerek. Her geçen dönem daha da vahşileşerek kabul edilemez noktalara varan Amerikan polikalarının tek bir bedende cisimleşmiş halini temsil ediyor George W. Bush. Peki ya Bush bir suikast sonucu öldürülürse?..
Pek çok insanın 'nerede o günler' tarzındaki cevaplarını duyar gibi oluyorum. Bu son derece kışkırtıcı ve provakatif soru üzerinden ilerleyen Bir Başkanın Ölümü, kızgınlık ve nefret duygusu ile verilen ilk cevaplara, çok daha soğukkanlı ama gerçeklerden de uzaklaşmadan cevaplar veren kurmaca bir belgesel.
Chicago'ya bir konuşma yapmak üzere gelen George W. Bush, konuşma yapacağı otelin önünde toplanmış öfkeli bir kalabalık tarafından karşılanır. Amerkan milliyetçiliği ve zaferleri üzerine o onlarcasını duyduğumuz konuşmalarından birini yaparken dışarıda gittikçe artan gerginlik, bir şeyler olacağının işareti gibidir. Nitekim, gerçek arşiv görüntülerinin bilgisayar efektleri ile desteklenmesi üzerinden hazırlanmış 'gerçek' bir suikaste tanık oluruz.
Buraya kadar herşey tahmin edilebilir bir şekilde gider iken filmin geri kalanında, 11 Eylül sonrası bizzat Bush politikaları tarafından kabartılan Amerikan paranoyaları geçidine şahit oluyoruz. Suikast sonrası, suçluyu/suçluları bulup cezalandırmak için delicesine etrafa saldıran FBI görevlilerinin adaletle işleri yoktur. 11 Eylül eylemi sonrasında bizzat Bush'un ağzından deklare edilmiş olan "ya bizdensin ya onlardan" dünyasının yeni kuralları gereği, bu suikastı ancak bir Ortadoğulu'nun işlemiş olması gerekmektedir. Bu nedenle gerçekten suçlu olup olmadığına bakılmaksızın Suriye kökenli Cemal Ebu Zikri, idama mahkum edilir.
Amerika'nın, özellikle 11 Eylül sonrası her olayı 'siyah ve beyaz' olarak kategorilendirip sunmasındaki sakatlığı ortaya koymakta oldukça başarılı tespitler yapan bir film, Bir Başkanın Ölümü. "Ya bizdensin ya onlardan" söylemindeki kadar net ve köşeli bütün algılamalar. Bu mantığın ürettiği bütün düşünce yapısının çıktığı tek bir kapı var: Amerika'nın herhangi bir yerinde patlayan bir bomba ya da dünyanın herhangi bir yerinde bir Amerikalı'ya sıkılan herhangi bir kurşun, sorgu sual edilmeksizin 'Amerikan düşmanları' tarafından planlanmış bir terörist eylemdir.
Tıpkı Iñárritu'nun Babil'inde de olduğu gibi... Cate Blanchett'ın oynadığı Susan, iki Faslı çocuğun kendi aralarında çocukça iddialaşmaları sonucu vurulunca tüm Amerika, işin aslını araştırmak için bir saniye olsun düşünmeden olayı 'terör eylemi' olarak kabul eder ve bundan sonraki bütün aksiyonunu da buna göre belirler. Sonrasında kopan kıyametin kaç tane hayatı haksız yere mahkum ettiğinin hiçbir önemi yoktur. Eh kabul edersiniz ki, bir olayı terör eylemi olarak kabul etmekle, basit bir adi suç olarak algılamak arasında, soruşturma aşamasında kendisini gösterecek derin bir farklılık vardır.
'Amerika'yı Amerika yapan değerlere asıl saldırı, "Tanrı Amerika'yı korusun" söylemleri ile beslenen, insanların her gün bir saldırı altında oldukları korkularının pompalanması ile doruk noktasına ulaşan Bush liderliğindeki muhafazakar söylemlerdir' noktasında filmin oldukça inandırıcı ve net bir duruşu var. Fakat asıl sıkıntı, film başlarken sorduğumuz o kışkırtıcı soruya, filmin bitişi ile çizilen tabloda yeteri kadar kışkırtıcı ve cesaretli cevaplar verilmemiş olmasında yatıyor. Bush'un öldürülmesi gibi cesaretli ve son derece provakatif bir düşünce ile yola çıkıp da, aynı cesareti 'Bush'suz bir dünyanın nasıl olacağı' sorularını cevaplarken gösterememek, çok büyük bir lezzetle yemeyi beklediğiniz bir yemeğin aşçının tuz koymayı unutması ile tatsız tuzsuz çıkması gibi bir duruma benziyor.
Aslında çizilen Bush'suz dünya resmini son derece gerçekçi bulduğumu söylemeliyim. Amerikan devlet yapısı, Başkanlık sistemi ile yönetilmesine rağmen tek bir adamın karar ve görüşleri ile yönetilemeyecek kadar da çok fonksiyonlu.
Diğer bir değişle, bugünkü Amerikan politikalarının tek suçlusunun Bush olmaması, işin arkasında Bush'tan çok daha donanımlı ve birikimli geniş bir kadronun olduğu ve bu insanların yıllardır ciddi bir hazırlıkla bugünkü politikaların ana hatlarını hazırladıkları, üzerinde çok durulmasa da bilinen gerçekler. O nedenle, aslında genel görüntünün aksine, Bush ortadan kalksa da bu mekanizma kendisini temsil edecek yeni Bush'lar bulacaktır. Bu anlamda sevilsin sevilmesin, Başkanı'nı suikaste kurban veren bir Amerika'nın çok daha paranoyaklaşıp daha iyi yerine daha kötüye gidebilmesi durumunu son derece gerçekçi buluyorum.
Ama yine de insan, böylesi 'gerçek' olmayan bir durumdan yola çıkarak çekilen bir filmin 'gerçek' olabilecek bir sona ulaşmasını pek kabul edemiyor. Böylesi provakatif bir filmin aynı şekilde provokatif bir sonla yeni bir dünyanın resmini çizebilmesini bekliyorsunuz. Üstelik daha iyi bir dünya resmi de olmayabilir bu. Ama 'aslında Bush olmazsa da değişen pek bir şey olmayacak' gibi bir söylemle final yapan film, başlarken olmayan bir yavanlıktan kendisini kurtaramıyor.
Daha etkileyici bir sonla çok daha çarpıcı olma fırsatının kaçırılması yazık olmuş olsa da, sadece çıkış noktası ve Amerika'nın içinde bulunduğu duruma yaptığı doğru tespitler için bile izlenmeyi hak eden bir film var karşımızda. Toronto'dan aldığı FIPRESCI Ödülü'nü de, bu yönüne borçlu olsa gerek.