İçerde Kan Var!
Yazar: Serdar KökçeoğluHollywood, daima iş yapan korku sinemasını ayakta tutmak için uzakdoğu sinemasının yaratıcı örneklerini yeniden çekerken, uzakdoğulu sinemacılar da yavaş yavaş dev müşterilerine ayak uydurarak Hollywood’un beklentilerine göre hazırlanmış korku filmlerine imza atmaya başladılar. 'Taklit aslını yaşatır' derler ama durum remake furyasında 'taklit aslını bozar' kuralını yarattı.
Son birkaç yıldır daha çok Avrupa’dan ilgi çekici çalışmalar geliyor ve eurohorror sineması adım adım yeniden doğuyor. İlginçtir yeni eurohorror’un en fazla sürpriz yapan filmleri ise Fransa’dan geliyor. Şaşırtıcı olmayan ise bu filmlere imza atan yönetmenler sonraki filmlerini çekmek için Hollywood’a davet ediliyorlar. Garip bir çember var yani ortada.
İçerde’nin son dönemde sinemalarda izlediğimiz olağanüstü berbat filmlerde göremediğimiz ilgi çekici özellikleri var; öte yandan o filmlerin birçoğuyla paylaştığı ciddi bir problemi var: Kan gövdeyi götürüyor. Biraz açarsak; özellikle sonlara doğru kanlı sahneler filmin adım adım kurduğu sağlam yapıyı tehdit ediyor. Şüphesiz bu kadar kana Peter Jackson’ın eski filmlerinden veya 'Troma' gibi şirketlerin müstesna yapımlarından alışığız. Ama baştan uyaralım: Bu film bir korku komedi değil. Susuz, gayet sek bir korku filmi. Yabancılaştırma efekti gibi beliren zombi sahnesinin bile bilimsel bir açıklaması varmış filmde. Yönetmenler öyle diyor.
Sarah eşini kaybettiği trafik kazasından aylar sonra karnında taşıdığı bebeği doğurmaya karar veriyor. Hastaneye yatarak kontrollü bir doğum geçirmeden bir gece önce loş evinde tek başına dinlenirken (Avrupalı olmayan izleyici için komik olabilecek bir seçim) davetsiz bir misafir tarafından ziyaret ediliyor. Kazanın sürpriz kazazedesi Bayan Kadın (inanılmaz Beatrice Dalle) hamile kadını ortadan kaldırıp karnındaki bebeğe sahip olmak gibi sapıkça bir amaçla ve çeşitli kesici aletlerle beliriyor.
Aslında tek mekanda geçen bu hamile kedi-fare oyununda hikayenin nasıl ilerleyeceği üç aşağı beş yukarı tahmin edilebiliyor. Kadını ziyarete gelenlerin ve sürpriz polislerin kısa sürede umut olmaktan çıkması, filmin sonunda yeniden iki kanlı kadını karşı karşıya getiriyor ve film o noktada takla attırıyor. Düşünebileceğiniz en umutsuz son, hayal edebileceğiniz en vahşi sezeryan sahnesi ile geliyor. Bu sahne filmi kadın ve erkek izleyiciler açısından farklı bir deneyime dönüştürüyor ve farklı okumalara son derece açık: Genç kuşaktaki çocuk sahibi olma korkusunun bir yorumu olarak okunabilir bu final.
Fransa gibi genç ve orta kuşakların çocuk yapmaya pek yanaşmadığı ve nüfusun giderek yaşlandığı bir ülkeden böyle bir hikayenin gelmesi aslında son derece şaşırtıcı. Bebek hırsı daha çok doğulu (ve Amerikalı) yetişkinlerin sahip olabileceği bir duygu gibi gözüküyor. Fakat Fransız sinemacılar hamile bir kadını bir korku filminin öznesi haline getirme fikrini çok sevmiş olmalı. Formül tanıdık gelse de, küçük prodüksiyon ve hardcore şiddet filmin farkını ortaya koyuyor.
Filmin iki yönetmeni ilk defa kamera arkasına geçmelerine rağmen son derece etkileyici bir atmosfer yaratmayı başarmış. Filmin hemen başında evin elektriklerinin gitmesiyle birlikte bütün hikayenin karanlık odalarda geçmesi riskli bir seçim gibi gözükse de, gayet iyi işliyor ve kadının fonda sessizce yürüyüp kaybolması veya fotoğraf makinesi ışığında arayış gibi bölümler alkışı hak ediyor.
Kaçan ve kovalayan kadın olunca ve her tür kesici alet işin içine girince kanlı bölümler kaçınılmaz oluyor, fakat bu konuda filmin ciddiyetini azaltan bir abartı olduğu kesin. Filmin katı Fransız gerçekçiliğini bozan sadece kan banyoları değil, çok tartışılan zombi sahnesi de ilk bakışta bir korku-komedi atağı gibi gözüküyor. Hemen yönetmenlerin bu konudaki bilimsel açıklamalarına başvuralım: Kafaya giren makas lobotomi etkisi yaratabilir!
Garip bilimsel açıklamaları pek inandırıcı gözükmüyor ama korku sinemasında gerilim, dehşet, atmosfer yaratma gibi konulara hakim olduklarına ve yeni çalışmalarının merakla bekleneceğine hiç şüphe yok. Bu Fransızlardan korkulur!