Kesinlikle, Belki
Yazar: Orkan ŞancıBu filmi nasıl tanımlarsın, diye sorarsanız aklıma ilk gelen sözcük "uzun" olur. Oysa 112 dakikalık nice filmi, hele de romantik komediyi eritip bitirmişizdir. Örnek vermek gerekirse aynı senaristin yani Adam Brooks'un "Fransız Öpücüğü" sadece 1 dakika daha kısaydı. Oysa Meg Ryan ile Kevin Kline arasında imkansız gibi başlayan ilişkiye sırtını dayayan senaryo, pekala sıkıcı olabilecekken oyuncuların ve mekanların albenisiyle kendini izlettirmeyi başarıyordu. Filmin doğru tempoyu gecikmeden bulması 111 dakikanın bir çırpıda tükenmesini sağlıyordu.
Senarist Brooks bu kez hem senaryoyu hem de filmi yönetmiş. Ancak tüm o ilgi çekici oyuncu kadrosu ve konusuna rağmen "Kesinlikle, Belki", tek oturuşta yenemeyecek kadar büyük bir turta, tadı da o kadar güzel değil.
Yalnız babalar, baba-kız ilişkileri, boşanma arifesindeki çiftler ve bu durumdan etkilenen çocuklar. "Kesinlikle, Belki", defalarca yüzülmüş sularda ilerleyecekmiş gibi görünse de aslında yukarıda sıralanan temaları vitrinin gayet gerisine atıyor; müşterilerini sofistike bir romantik komedi kostümüyle karşılıyor.
Will Hayes karısıyla boşanmanın eşiğinde bir baba. Shyamalan'ın "İşaretler" inden beri adının yanına işaret koyduğumuz Abigail Breslin'in canlandırdığı tatlı mı tatlı 11 yaşında bir kızı var. Bir akşam eve dönüşlerinde babasının kızına, annesiyle ilişkilerinde nasıl bu duruma geldiklerini anlatması, vitrindeki asıl malzemeyi yani romantik komedi yapısını oluşturuyor.
Bu ilginç fikri hoş bulmakla birlikte filmin 2 saate yaklaşan süresini fazlasıyla hissetmemiz senaryo açısından eksi bir puan olarak değerlendirilebilir. Seyirciye değilse bile, babasının (yılan) hikayesini dinlemek için uykusuz kalan küçük kıza acısaydınız keşke!
Will Hayes'in kariyerini ilişkisinin önüne alıp kız arkadaşından ayrı bir şehre taşınması ve Bill Clinton'ın başkan adaylığı için çalışmaya başlamasıyla asıl hikaye de başlıyor. Sonrasında Will'in hayatına giren kadınlardan hangisinin 11 yaşındaki şirin Maya'nın annesi olduğunu tahmin etmeye çalışıyoruz. Rachel Weisz, Elizabeth Banks ve Isla Fisher gibi birbirinden güzel ve farklı kadınlarla Will'in ilişkilerini, tercihlerini, başarılarını / başarısızlıklarını izliyoruz.
Film bu saf romantik komedi çizgisindeyken, herkesin kendi hayatındaki tercihlerden birşeyler bulabileceğini söylemek mümkün. Gözünün önündeki aşkın farkına varamayanlar, yaşlı ve maço erkeklerden hoşlanan güzel kadınlar, evlilik yüzüğünü vereceği doğru kadını arayanlar. İlişkilerinde başarılı olduğu kadar başarısız da olan son derece gerçekçi çizilmiş bir başkarakter olan Will de, özdeşleşme konusunda seyircinin sorun yaşamayacağı biri.
Tüm bu olumlamalarımıza rağmen filmin süresini uzun bulmamız, ilişkiler yumağının üç kadın ve bir erkek arasına sıkışmasında yatıyor olabilir. Yeterli sayıda kırılım, örneğin yeni bir aşk gibi, öyküye ivme katacak bir kırılım sağlanamadığı için Will, hep aynı kadınlar etrafında dönüyor ve bu da insana bir yerden (saatten?) sonra sıkıcı geliyor.
Adam Brooks, yönetmek yerine senaristlikle yetindiği Fransız Öpücüğü, Aşkın Büyüsü ve Bridget Jones: Mantığın Sınırı gibi filmlerde türün yetenekli yazarlarından biri olduğunu göstermişti. Ancak iş yönetmen koltuğuna oturmaya gelince, kendi senaryosuna kıyamadığını, doğru kısaltmaları yapmayıp kağıt üzerine yazdığı her şeyi çekmeye kalkıştığını düşünüyor insan.
Kevin Kline'ın"yaşlı-maço-aydın" kimliğine bürünüp genç kadınların gönlünü çaldığı Hampton Roth karakteriyle Ryan Reynolds'dan rahatlıkla rol çaldığı sahneler, filmden aklımızda kalan en güzel anlar diyebiliriz. Kaldı ki Reynolds'un, TV dizi oyunculuğundan gelmenin avantajını kullanıp durum komedisi konusundaki başarısı da filmi katlanılabilir kılan sebeplerden.
Ancak nitelikli oyuncular ve hoş bir fikrin buluşmasına rağmen (ki bu her zaman olmuyor), "pişmiş aşa su katılmış" gibi bir durum var ortada. Brooks kendi bulduğu fikri yeterince zenginleştiremiyor, çeşitlendiremiyor; bir anlamda kendi oyunuyla altta kalıyor.