Neden?
Yazar: Ali ErcivanBiket İlhan ile Metin Belgin ortaklığının son ürünü Ayın Karanlık Yüzü, İstanbul Film Festivali'ndeki gösterimiyle aynı günlerde vizyona da girdi. Film, hapishaneden kaçtıktan sonra bir Poseidon heykeli çalıp Yunanistan adalarına ulaşmaya çalışan ama denizde yakalandıkları fırtına sonucu tekneleri batınca kendilerini Gökçeada'da bulan dört mahkumun öyküsünü anlatıyor.
Farklı suçlardan hüküm giymiş bu mahkumların arasındaki sınıfsal ayrılıklar bir yana, fırtınada denize gömülen heykelin de aralarında yarattığı gerginliğin üstüne, dul ve ada halkı tarafından deli gözüyle bakılan bir kadın eklenir gruba. Amaçları, kendi iç çelişkilerinin de üstesinden gelip önce heykele sonra da Yunan adalarına ulaşmaktır.
Bu klasik dramatik çatı elbette bir uzun metrajı rahatlıkla taşıyacak kadar sağlam. Fakat bütünüyle diyalog (ve söylemek gerekir ki kötü diyalog) üzerinden işleyen senaryo için bir sinema filmi senaryosu demek bile zor. Sanki sinemayı sadece kitaplardan öğrenmiş gibi bir yaklaşım var ortada. Kaba, sırf açıklamaya yönelik, ete kemiğe büründüğünde yaşamayan (yaşamayacağı kağıt üzerinde bile görülmüş olması gereken) diyalog ve mizansenlerden ibaret bir film Ayın Karanlık Yüzü.
Öykü ve karakterlerin gerek toplumsal gerekse mitolojik karşılıkları da aynı derecede kör gözüm parmağına, sırf lafla aktarılıyor. Bu kadar amatörce yazılmış diyaloglar, öğrenci filmi düzeyindeki mizansenler içinde de belli ki ne oyuncuların büyük kısmı ne de teknik ekip yapılan işe gerçekten inanıyor. Dolayısıyla neresinden tutsanız elinizde kalacak bir iş çıkıyor.
Oyunculuklardaki teatrallik, belli ki oyuncu yönetiminden de kaynaklanıyor. Sanem Çelik ise fazlasıyla iki arada bir derede bir performans veriyor. Daha senaryo aşamasında karakterin çiziminde var olduğu hissedilen bir kararsızlık perdeye yansıyor. Karakter ne deli ne cazibeli ama yanı zamanda hem deli hem de gereğinden fazla cazibeli; işlevsiz olduğu kadar da öykünün merkezi.
Kötü kurulmuş mizansenlerin doğal sonucu olarak kurgu da sakil duruyor. İç mekanlardaki klişe mavi gece ışıkları, dış mekanlarda ise ışıksız çekildiği için kötü sonuç vermiş bazı gece çekimleri ve olasılıkla kullanılan ham film serisinin seçiminden kaynaklanan görsel doku, filmi görüntü yönetimi açısından da tatmin edici olmaktan uzak kılıyor. Müzikler ise daha ziyade bir '80li yıllar video filmi ya da TV dizisi çağrışımı yapıyor.
Tüm bunlar bu fimin yönetmeni ile film yapma arzusu arasındaki ilişkiyi sorgulamamıza neden oluyor. Neden sinema? Bir yönetmen, geçen yıllar içinde kendisini ne mizansen, ne kurgu, ne oyuncu yönetimi, ne hikaye anlatıcılığı alanlarında geliştirmeyi başaramıyorsa, her adımında yapaylıktan kurtulamıyorsa, aydın olmak sinema yapmak için yeterli midir?
Sinema ya bir tutku sonucu yapılır ya da profesyonelce bir yaklaşımla. Tutku söz konusu olduğunda, ortaya çıkan işten bir yaratıcılık, bir heyecan bekleriz seyirci olarak. İkinci durumda ise, başarılı bir zanaatkarlık. Bir zanaatkar, malzemesine hakim ve mesleğindeki her türlü gelişmeyi takip eden biridir. Sinemanın gerek teknik gerek anlatımsal gelişimine uzak kalmışsanız; yaptığınız filmde de hortumcuları eleştirmekten öteye pek bir söz söylemekle ilgilenmiyorsanız, sizi o filmi yapmaya ne iter? İşte keşfetmekte zorlandığımız gizem burada.