30 Gün Gece’nin Ardından!
Yazar: Serdar KökçeoğluBazı edebiyat eserlerini sinema filmi haline getirmek gerçekten güçtür. Bazıları için ise bu durum imkansız olmasa da tümüyle gereksizdir. Eminim herkesin film versiyonlarına burun kıvırdığı bazı özel kitapları vardır. Mesela hiçbir 1984 uyarlaması kitabı kadar kusursuz değildir. Tom Robbins filmleri kitapların tanıtım filmi olmaktan öteye gidemez. Uyarlama konusu çizgi roman ve beyazperde arasında olduğunda ise durum daha da karışıyor. Her iki disiplin de görsel bir paydada birleşse de, eğer çizgi roman güçlü bir atmosfere sahipse, film uyarlamasının şansı iyice azalıyor.
Çizgi roman yazarı Steve Niles’ın yazıp Ben Templesmith’in resimlediği 30 Days of Night sadece korku türünün değil, Kuzey Amerika çizgi romanın da en çılgın işleri arasında kabul ediliyor. Niles ve Templesmith arasındaki uyumun çarpıcılığı kısa sürede kitabın uzun soluklu bir seri doğurmasını sağladı. Başkaları ne der bilinmez ama serinin en şık kitabı da içimizi ürperten ilk kitaptı.
30 Days of Night’ı çarpıcı yapan sadece Alaska’nın 30 gün süren karanlığında zavallı kasaba sakinlerini vampirlerle buluşturan yaratıcı hikayesi değildi. Şüphesiz sabah akşam gönüllerince ortalıkta cirit atan vampirler tasarlamak başlı başına rahatsız edici. Fakat Ben Templesmith’in bu hikaye üzerine kurduğu dünya gerçekten inanılmaz. Sanatçının tasarımları siyahın üzerinde fırtınaya tutulmuş soluk renklerden ve canlı kırmızı ve kirli beyazdan oluşuyor. Şüphesiz karın ve kanın rengi diğerlerine göre çok daha belirgin. Üstelik bu çizimlerde ne insanlar ne de ağızları kanlı vampirler o kadar düzgün çizilmiş. Her şey bir kar fırtınasından veya cereyanda kalmış bir zihinden fırlamış gibi.
Beyazperde uyarlamalarına genellikle sıcak bakmayan çizgi roman dünyası ilginç bir şekilde 30 Gün Gece projesini en başından beri destekledi. Şüphesiz bunda yapımcı Sam Raimi’nin ve iyi bir çıkış yapan yönetmen David Slade’in payı büyük. Yine daha da ilginç bir şekilde gösterime çıktıktan sonra da film çizgi roman dünyasından destek almaya devam etti. Tür sinemasına yakın çevreler de filmin başarılı bir vampir filmi olduğunu yazdılar. Neredeyse başlı başına bir türe dönüşen bir çizgi roman serisinden uyarlanan sinema filminin böyle övgüler toplamasının şaşırtıcı olduğunu belirtmek gerek.
30 Gün Gece, Alaska’nın en ucundaki kasabada yaşayan bir avuç insanın nereden geldiği belli olmayan bir grup vampirin saldırısına uğramasını anlatıyor. 30 gün sürecek olan depresif ayın başlamasına saatler kala kasabada bazı tuhaf cinayetler işlenmeye başlıyor. Filmin sarsıntılı bir ayrılıktan yeni çıkan ana kahramanları kalan sağları bir evin çatı katına saklayarak kasabadan kurtuluşun yollarını aramaya başlıyorlar. Günler geçiyor, haftalar geçiyor ve tahmin edeceğiniz gibi nihayet güneş cesetlerin üzerine doğmaya başlıyor.
David Slade’in filmi 2007 yılında çekilmiş hit bir korku filminden çok, kült filmler basan DVD şirketlerinin günışığına çıkardığı eski filmleri andırıyor. Jo Willems’in ortaya koyduğu kirli ve puslu Alaska manzaraları filmin ihtiyaç duyduğu atmosferi büyük oranda yaratıyor. Bu puslu manzaraları kana bulayan ve ilginç bir kararla kendi dillerini konuşan vampirler de atmosferi tamamlıyor. Alaska’nın vampirleri alıştığımız komik veya insansı vampirlere hiç benzemiyor. Slade’in vampirleri kağıt üstünde oluştururken zombi filmlerinin yaşayan ölülerini örnek aldığını söyleyebiliriz. Anlaşılan beyazperdedeki yaşayan ölüler modası yaşlı vampir mitini bile etkilemeye başladı. Bu yöntem filmin kötü kahramanlarının iyice dehşet verici olmasını sağlamış.
Bu küçük ama etkili korku filmini başyapıt olmaktan uzaklaştıran ise filmin kasabalı karakterleri. Şerif ve eski eşi arasındaki sevgi-nefret ilişkisi senaristler tarafından daha fazla özen istiyor. Sığınak bölümlerinde de karakterler arasında en azından 28 Gün/Hafta serisinden alışık olduğumuz bir dramatik çatışma göremiyoruz. Slade’in aksiyon merakı karakterleri kısa sürede önemsizleştiriyor. Ortalama oyunculuklar rahatsız etmiyor ama ortada oyunculuk performansı gerektiren bir senaryo olmadığını da eklemek gerek. İşin dramatik yönü belgesel yönü kadar kuvvetli değil. Nekromantik final ise galiba en çok gülümsetiyor.
Mevsim normallerine göre daha sıcak geçen Kasım ayı ortasında eski karlı günleri özleyenlere, nostaljik John Carpenter hayranlarına ve şüphesiz vampir sineması meraklılarına önerebileceğimiz bu film keşke kaynak çizgi romanın Türkçeye çevrilmesine de ön ayak olsaydı. Filmde eksikliğini hissettiğiniz her şey orada var, bizden söylemesi.