Ölümün Sesi
Yazar: Zafer İlbarsHollywood ne zaman üretkenlik sıkıntısı çekse, global gücünü kullanıp diğer ülke sinemalarının ilgi çekmiş ürünlerine el atıyor. Hatta bu rahatlık ve kolaycılık öyle bir hal aldı ki, filmin artık çok sükse yapmış, büyük beğeni kazanmış olması da gerekmiyor. Durum önüne geçilemez bir açgözlülüğe dönüşmüş durumda. Bu daha nereye kadar gider tahmin edemiyoruz. Aksine yaşanan ve hayal kırıklığı yaratan denemeler cesaret sahibi yapımcıları yıldırmıyor.
Bu sefer de Ölümün Sesi uzaktan Hollywood’a hoş gelmiş. Takashi Miike’nin tüyler ürpertici filmografisinde üst sıralara koyamayacağımız, sıradan sayabileceğimiz filmin serisi de ısrarla çekilmişti. Bu filmler de aynı ısrarla beğenilmemiş ve hayal kırıklığı yaratmıştı. Ama bir başka ısrar da Hollywood’dan geldi, film Amerika’da yeniden çekildi.
Bir göl evinde yalnız bir genç kadın ve kedisiyle başlıyor film. Aslında başrolü çoktan kapmış olan cep telefonuyla konuşuyor kadın. Biraz ürkek olduğunu yaptığı telefon görüşmesinden hissediyoruz. Ardından güzel kedi Luna kayboluyor. Genç kadın aradığı kedisini gölün diğer tarafında, taşların üzerinde görüyor ama aynı anda suda bir kıpırdanma hissediyor. Ve film başlıyor.
Zaten filmin en etkileyici kısmı olan başlangıç sahnesini geçtikten sonra izlenecek pek de bir şey kalmıyor. Miike’nin 'Cevapsız Arama' filminden haberdar ve bu filmin bir remake olduğunu biliyorsanız, zaten gerisini de biliyorsunuzdur. O nedenle filmin artılarından değil bazı eksilerinden bahsetmek gerekir.
Takashi Miike’den sonra onun filmlerinden birini yeniden çekiyorsanız ve bize Hollywood’tan sesleniyorsanız, işin içine gözlerimizi alamayacağımız efektler katmanız gerekiyor. Elinde böyle bir koz olan yönetmenin bunu kullanmak yerine aşina olduğumuz, yüzlercesini seyredip neredeyse bizden kabul ettiğimiz sıradan bir Amerikan filmi çekmek gibi bir arzusu olduğunu çok geçmeden anlıyoruz. Dile aşina, görüntülere aşina, korku klişelerine aşinayız. Kendimizi korkmaya hazırlasak bile bunu başarmamız çok zor. Bir de üstüne ne olacağını biliyoruz ki, bu en fenası.
Hepimizin cep telefonu var artık. Onsuz nasıl yaşadığımızı hatırlamıyoruz. Başına bir şey gelince elimiz, kolumuz yokmuş gibi bir telaşa kapılıyoruz. Aslında yanı başımızda duran hayatı yaşamak için bir aracı kullanmak ihtiyacı duyuyoruz ki elimizden hiç düşürmüyoruz bu makineyi. Ne de olsa hepimiz makineleşmek istiyoruz. Ama bu filmde felaket cep telefonuyla geliyor. Önce telefon çalıyor ama sizin melodinizle değil. Açtığınızda bir sesli mesaj sizi bekliyor. Aranma tarihi gelecekten, arayan kişi ise yakın zamanda tuhaf bir şekilde ölmüş bir arkadaşınız. Bir yanlışlık olduğunu düşünüyorsunuz. Ama sesli mesajı dinlemekten de alamıyorsunuz kendinizi. Asıl olay ise mesajda saklı. Zira telefondaki ses sizin ve maalesef ölüm anınızdaki son yakarışlarınız.
Bütün bu ölümler Beth karakterinin çevresinde dolaşıyor. Beth’in en büyük korkularından biri kapının gözetleme deliğinden bakmak. Ne zaman kapı çalsa çocukluğundan bazı görüntüler geliyor gözünün önüne. Ama kapıyı açacak kadar da cesur. Bu cesaret onun hayatta kalma mücadelesinde büyük rol oynuyor. Cesur olduğu kadar arkadaşlarına da düşkün Beth. Onlara inanıyor ve yardım etmek için elinden geleni yapıyor. Polisin kapısını çalmak da bu yardımların başında geliyor. Ama konuştuğu kadın polis bunların hayal ürünü olduğunu ve çok korkuyorlarsa telefon şirketi dava etmelerini söyleyecek kadar esprili! Tesadüf ki bu konuşmaya dedektif Jack tanık oluyor. Bu konuşmanın dikkatini çekmesinin sebebi ise yakın zamanda kız kardeşinin de benzer şekilde ölmesi.
Hikâyenin bundan sonraki bölümlerinde Beth ve Jack bu sırrı çözmeye çalışıyor. Telefon kayıtlarından aramaların başladığı yeri ve kişiyi tespit ederek zamana karşı bir yarışa giriyorlar. Bize düşense bu zamanın bir an önce bitmesini dilemekten öteye gitmiyor.
Aslında bu filmin değil, vaziyetin kritiğini yapmak daha doğru... Amerikan sineması bu ticari açgözlülükle elinde ne varsa çekip sadece gişe yaparak para kazanmak amacıyla devamlı ve seri üretim yapmayı sürdürdükçe daha derin bir kısırlığın içine düşecek şüphesiz. Yine de özellikle 70’li yıllarda büyük işler başaran, değerli oyuncular ve efsane yönetmenler çıkaran bu sinemanın paradan ve fabrikasyon anlayıştan dolayı kaybettiği prestiji kurtarabilecek, stüdyo sistemine karşı gelerek yüzyılın sinemasını inşa edecek temsilcileri de var.
Son olarak konuyu toparlayalım ve filmimize geri dönelim. Ölümün Sesi her adımda bir sonraki adımı tahmin ettiğimiz, korkmak için sinema salonundaki gölgelerden aman dilediğimiz bir film. Yumuşatılmış korku filmlerini sevenler için bile hayli iddiasız.