Kameranın tarihe henüz tanıklık etmeye başladığı zamanlar, 1910. Mekan Paris. Şehir 1910'da yaşanmış büyük sel baskınından muzdarip. Eyfel Kulesi'nin altından sandalla geçilebilen zamanlar... Bir canavar Paris semalarında gözükür ve hikaye başlar...
Utangaç sinema teknisyeni Emile'nin kafayı mucitlikle bozmuş meraklı ve sakar arkadaşı Raoul yüzünden ortaya devasa boyutta bir pire çıkar. Herkesin korktuğu bu ‘sözde' canavar, koca bir kalbe sahip güzeller güzeli yıldız Lucille'nin sahiplenmesiyle hayatta kalabilecektir. Devasa bir pireye dönüşürken sesi de güzelleşen pire, Lucille'in sahne partneri olacaktır. Ta ki kötü kalpli Maynott, pireyi kendi şöhreti için kullanmaya karar verene kadar.
Bu yıl Oscarları toplayan iki film Hugo ve Artist (The Artist) ile ortak özellik taşıyarak sessiz sinemaya saygı niteliğine sahip bir açılışı olan Paris'te Çılgın Macera (Un monstre à Paris), bildiğimiz orijinal masalların gotikliğine de uyan özellikte. Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler (Snow White and the Seven Dwarfs)'de kraliçe, Pamuk Prenses'in kalbinin söküp getirilmesini isterken bu hikayede de canavar olarak nitelendirilen dev pire Franceour filmin başında, devasa ve korkutucu vücuduyla, kıpkırmızı gözleriyle, gerçek bir anti-kahraman olarak karşımıza çıkıyor. Konuşamayan ama kusursuzca şarkı söyleyebilen Franceour ‘A Monster in Paris' (Paris'te Bir Canavar) şarkısını söyleyerek yalnızlığını ortaya koyduğundaysa, güzel sesi ve duygusallığıyla karakterle empati kurmamıza izin veriliyor ve Lucille ile birlikte bizim de gönüllerimizi kazanıyor. Aynı zamanda çok iyi bir dansçı da olan Franceour; çiçekleri seven, gerektiğinde bağırması gerekirken bunu bile yapamayan sevimli bir pire.
Paris'te Çılgın Macera filminde, genel olarak karakterlerin bir derinliğinden bahsedemesek de eğlenceli senaryo gidişatıyla filmin macera unsuru, çocukları bir hayli içine alacak nitelikte. Notre Dame'ın Kamburu gibi hikayelerle de benzerlik gösteren film, senaryo olarak kendini ayrıştıracak bir orijinalitelik taşımasa da, özellikle müzikal sahneleriyle etkiliciliğini koruyor. Filmin hem orijinal hem de İngilizce seslendirmesinde yer alan Vanessa Paradis ve Franceour'u seslendiren isimler, filmde yer alan şarkıların başarısıyla da filmi ölçülü bir boyutta adeta bir müzik şölenine çeviriyor. (Ayrıca Vanessa Paradis'in de yer aldığı soundtrack'in klibine bir göz atmanızı tavsiye ederim, şarkının sözlerini anlamasanız bile kulağınızda tadı kalacaktır.)
Pastel tonlarda yaratılan Paris manzaraları, su altında kalmış bir şehir olarak daha da büyülü haliyle beyazperdede. Walt Disney'in genel olarak ‘cart' diyebileceğimiz tonlarındaki animasyonlarının aksine, bir Geceler ve Pisiler (Nocturna), bir Vol.i (WALL·E) filmlerindeki gibi farklı tonlardaki dünyasıyla yetişkinler için de görsel bir ziyafet olacaktır.
Sonuç olarak, Köpekbalığı Hikayesi (Shark Tale)'nin yönetmeni Eric Bergeron'un ana topraklarına dönüş yaptığı bu film, sel altındaki Paris manzaralarıyla, fantastik öğeleriyle ve müzik ile süslenmiş sahneleriyle eğlenceli bir macera olarak vizyonda yerini alıyor. Filmin, karakterlerin tipleştirilmesi, sebebi belli olmayan sebep-sonuç ilişkileri gibi sorunları olsa da hem çocuklar hem de büyükler için kaçırılmaması gereken bir animasyon yapım. Evet, iyilerin mutlu olduğu, kötülerin yerini bulduğu klasik bir akışa sahip ama özellikle sinematografisiyle film yetişkinleri de işaret ediyor. Fikrimce, zaten filme isim olarak ‘Paris'te Çılgın Macera' değil de ‘Paris'te Bir Canavar' daha çok yakışırdı. Çünkü bu isimle filmin kendine has gotik nitelikleri de vurgulanma şansı olurdu.
Twitter: Fundasuo